Yıllardır PKK’nın
elinde "esir"/rehine olarak tutulan 13 canın Gara’daki katli tüm ülkenin yüreğine ateş
koru düşürdü! Başta aileleri olmak üzere, tüm halkımızın başı sağolsun. Her
ölüm yürekleri parçalar ama bu defakinin hikayesi bir başka kor bıraktı
yüreklere.
Bir taraftan yıllardır
PKK’nın elinde rehin tutulmaları, diğer taraftan ailelerine yazdıkları umut dolu
mektuplar ve bu mektuplarda kurtarılmaları için devlete de çağrı yapan satırlar
sadece yürekleri dağlamadı, zihinlerde pekçok soruyu da beraberinde getirdi.
Evet, soru sormanın ve
cevap almanın zorlaştığı günlerden geçiyoruz. Teröre yönelik askeri mücadele her
kesim tarafından savunulurken, siyasete yönelik sorular sormanın ya da askeri
hamlelere ilişkin de demokratik ülkelerde olduğu gibi kurumlar aracılığıyla
denetimsel ve eleştirel konum almanın zorlaştığı, hatta imkansızlaştığı
zamanlardan geçmekteyiz. Bunun hiç şüphesiz zaten geçmişten gelen sorunları olan
siyasal kültürümüzü daha da sıkıntılı hale getiren ‘Partili Cumhurbaşkanlığı
Sistemi’ ile de direkt ilgisi var.
Burada elbette öncelik,
Türkiye’de Çözüm Süreci’nin istisnai dönemlerini ayrı tutarsak, Kürt Sorununun siyaseten ve gerçek manada
çözümünü hiçbir zaman istememiş olan PKK’nın masaya yatırılması gerekmektedir. PKK’dan,
yani Kürt Sorununa sırtını verip aslında kendi vesayet alanını genişletmekten
başka bir hedef taşımayan Stalinist bir terör yapılanmasından bahsediyoruz. Sadece,
başta Türkiye olmak üzere bölgede savaştığı güçlere karşı hukuk ve ahlak tanımayan
değil, Kürt ve Arap demografisinin önemli bir bölümüne de kök söktüren, Irak Bölgesel
Yönetimi dahil Irak ve Suriye’deki yapılara da göz açtırmayan, onlara dönük de
sürekli alan genişletme siyaseti izleyen, sırtı sadece ABD ve Rusya tarafından
değil, İran gibi bölgesel güçler, onların Haşdi Şabi gibi yerel terör
unsurlarından maddi ve eğitsel yardımlar alan, IŞİD bahanesi ve Suriye’deki kan
deryasından kendisine imkanlar devşiren, büyük güçler için de kullanışlı aparat
haline gelmiş bir bölgesel terör belasından söz ediyoruz.
Bir dönemler Batılı
ülke medyalarında da IŞİD bahanesiyle aklanıp paklanan, “çiçek kız”
görüntüleriyle pazarlanan, sanki Ortadoğu’nun barış savaşçısı payesi biçilen ve
aslında seküler hedefleri bağlamında pozitif ayrımcılığa tabi tutulan bir terör
yapılanması. İdeolojik değil ama metodik açıdan IŞİD’den bir farkı olmayan;
vesayet alanları adına Kürt partilerine, siyasal hareketlere hiçbir özgürlük
alanı tanımayan, gerektiğinde onlara dönük de siyasi cinayetler tezgahlayan,
kendi iç infazları, çocuk savaşçıları bizzat içlerinden çıkmış figürlerin kitaplarına
konu olmuş bir defacto bir yarı-devlet mekanizmasından söz ediyoruz.
Bu yüzden Gara’da
uluslararası savaş hukukunu da hiçe sayarak, sırf savaştığı güce bir zafer
tattırmama amacı taşıyan esir katliamı, tam da PKK türü örgütlerin anladığı
hukuk ve ahlak anlayışına denk düşmektedir. Batılı literatürde zaman zaman “demokratik
mücadele savaşçıları” gibi yansıtılmaları kimseyi aldatmamalı. Batı’daki
tartışmalarda Sisi’nin darbesine tahammülün de yegane meşrulaştırıcısı “demokrasiyi
koruma” değil miydi?
Oysa kendileri de çok
iyi bilmekteydiler ki sivil, çocuk, anne, baba, yol, otobüs durağı, polis,
öğretmen, işçi demeden katliamlar gerçekleştiren bu örgütün Kürt sivil ve
siyasal haklarıyla uzak yakın bir ilgisi kalmamıştı. Dürümlü’den Başbağlar ve
Ankara katliamlarına kadar misyonu belli, Çözüm sürecinde kendi vesayetini genişletme
amacıyla nice atraksiyona imza atmış bir yapıdan bahsediyoruz. Dağa kaldırıp vergi
tahsil etmekten, belediye gelirlerine el koymaya, halk üzerinde baskı ve
sindirme araçlarının tümünü kullanmaya kadar.
HDP’nin siyasal
anlamda zirve yaptığı ve en fazla milletvekilini Meclis’e soktuğu seçimlerin
ardından bile savaş ilanıyla süreci bitiren, siyasal kazanımları falan
umursamayan; “bölge halkını ve siyasileri ben olmasam, benim silahlı mücadelem
olmasa bu kazanımların hiçbirini elde edemezdiniz” cenderesinde tutan, kutsanmış
liderlik anlayışıyla hareket eden bir yapı. Kendi iç infazlarında bile her
türlü işkenceyi metod edinmiş, örgüte kattığı çocuk yaştaki militanlarla
uluslararası kamuoyunun da raporları ve kınamalarına maruz kalmış töre, gelenek,
yasa, hukuk ve ahlaktan nasibini almamış bir terör yapılanması.
Bir
operasyon, çok soru
Ama bütün bunlar, muhalefetin ve kamuoyunun zihnindeki bazı kaçınılmaz
soruların sorulmasına ve ülkenin içinden geçtiği atmosferin sorgulanmasına
engel oluşturmaması gerektiği de ortadadır. Nitekim öyle de oldu ve sorular
peşpeşe geldi:
- Gelişmelerden sonra
bittiği ifade edilen bu operasyonun PKK’nın bölgedeki kamplarının uçaklarla
bombalanması dışındaki amacı ne idi?
- Komandolarla indirme
yapılması ve ikisi yüzbaşı üç subayın hayatını kaybettiği çatışmalardaki amaç
esirlerin kurtarılması mıydı? Bu, askeri stratejistlerce bu tür bir operasyonun
şartlarını içermediği ifade edilen bu bölgeye dönük en başta belirlenmiş bir
hedef miydi? O halde neden bu zorlu şartlara rağmen çatışarak kurtarma taktiği
güdüldü?
- Yok eğer esirlerle ilgisi
yoksa, operasyon esnasında esirlerin mağarada olduğu ve risk altında oldukları
bilgisinin alındığı doğru mudur?
- Cumhurbaşkanının hafta içi
verdiği “müjde”nin bu operasyonla bir ilgisi var mıdır?
- Esirlerle ilgili çok defa elçiler
ve kurumlar vasıtasıyla girişimlerde bulunulduğu açık kaynaklara da yansıdı.
Buna rağmen neden bu esirler bunca yıl kurtarılamadı. Daha önce gizli
girişimler ve pazarlıklarla elde edilen başarılar burada neden tekrarlanamadı?
Seçimler için devreye giren aracı ve pazarlık mekanizmalarındaki çıta burada
nasıl yakalanamadı?
Acılar siyasi rant konusu edilirse
Muhalefetin zihninde alelacele beliriveren soruları ahlaki bulun
ya da bulmayın, demokratik bir hukuk devletinde bu soruların sorulacağı vasatı
sağlıklı kılmak görevinizdir. Normal şartlarda atılan her adımın hesabının verileceği
şeffaf ve denetime açık bir sistemin kurulması ideal olandır. Dünyada da
örnekleri mevcuttur. Lakin, bir yandan eleştirinin ve muhalefetin gayrı hukuki
yöntemlerle önünün tıkandığı, diğer taraftan her konunun siyasal iktidara rant
getirme aracı olarak görüldüğü, kutuplaşma siyasetinden medet umulduğu bu
vasatta bu sorulara muhatap olmak da kaçınılmazdır!
Bunda, Partili Cumhurbaşkanlığı Sisteminin de, otokratlaşmanın
da, medyada tek sesli bir yapı ve aparatçikler oluşturmanın da katkıları
malumdur. Mesela hadisenin hemen ertesinde Sabah gazetesinin manşeti muhalefeti
suçlamak olmuş, acı haberin kendisi ise ancak manşet altında kendine yer bulabilmiştir.
Yine mesela bu acı olayın halkı kin ve düşmanlığa sevk edecek, hedef gösterme
ve nefret suçlarını da içerecek tarzda “13 şehidimiz varken Boğaziçi öğrencileri
eğlence düzenledi” diye haberleştirmenin hukuki ve ahlaki karşılığı, yozlaşma
ve çatışma iklimini besleyen yönünün sorun olarak görülmediği bir vasatın
beslenmesi?
Bu yalan haberin üretilme motivasyonu üzerinden gittiğimizde,
muhalefet partilerinden bir kısmı bütün programlarını iptal ettirmişken, AK
Parti’nin ve Erdoğan’ın programlarını devam ettirme mantığı nedir? Eğer hadise
ile ilgili açıklamalar bahane edilecekse bu pekala Cumhurbaşkanı sıfatıyla ve o
makamda da gerçekleşebilir. Bunu AK Parti Genel Başkanı sıfatıyla yaptığınızda
bir siyasal rant görüntüsü oluşturmaması, orada “Allah bir” bile deseniz bunun
parti propagandası olarak algılanması kaçınılmazdır. Üstelik Milli bir
meselenin burada gündemleşmesi, gündemleştirme biçimi, bir şehit annesini
telefona bağlama gayreti, henüz cenazesini kaldırmamış, yüreğindeki ateş sönmemiş
bir annenin bu sahneye dahil edilmesinin eleştirilmesi elbette doğaldır,
olacaktır, kaçınılmazdır.
Üstelik bu defa burada şöyle de bir görüntü ortaya çıkmaktadır
ki bu da başka bir vahamet tablosu, bir Türkiye “normali” haline gelmiştir: O da
AK Parti’nin politikalarını, hükümetin icraatlarını, aldığı kararları
eleştirdiğinizde sanki Milli Güvenlik Konsepti’ne zarar vermek gibi bir durumla
karşı karşıya gelinmektedir. Başta idareciler olmak üzere, medyadaki uzantıları
da bu yukarıdan dayatmaya tüm muhalif kesimleri maruz bırakmakta, eleştiri “suç”
ile eşdeğer bir hale getirilmektedir. Eleştiren kamuoyu önünde linçe maruz
bırakılırken, konunun ‘vahametine’ ve eleştiri çıtasının durumuna göre yargının
konusu da kılınabilmektedir. Basit şekilde ifade özgürlüğünün, kürsü
dokunulmazlığının ve anayasal korumanın konusu olan haklar maalesef paralize
edilmektedir. Makamların birbirine karışması, bir siyasal partinin
eleştirilmesiyle devletin hedefe konmasını aynı kefede gösterdiği gibi, devlet
eleştirisinin de sınırları bir siyasal partinin menfaatleri çıtasına çekilmiş
olmaktadır. İşte bunun adı otokrasidir. Orduyu da, Meclisi de, Yargıyı da, İş dünyasını
da, sivil toplumu da kendi uhdesinde gören, bu sınırları aşanları ahlaken ya da
hukuken “suçlu” konumuna itmeyi marifet sayan, kitlesini de buna uygun şekilde
mobilize eden bir zihniyetin yansımalarıdır bunlar.
Devlet nezdindeki, devlet politikası olarak görülmesi gereken
her gelişmeyi partiye yazmayı marifet bilenler, buna engel olmaya çalışanları
da elbette “terörist/suçlu” gibi görmekten kendilerini alamayacaklar, hatta bu
zihniyeti üst yargı kurumlarına kadar yansıtmakta beis görmeyeceklerdir. Bahçeli’nin
Anayasa Mahkemesinin kaldırılması vb.tekliflerinin motivasyonu keşke
jüristokrasiyi ortadan kaldırmak olsaydı ama öyle değil; başka türlü bir
jüristokrasi oluşturma amaçlı. Sivil örgütlerin yapılarının bozulması ve bu
meselenin anayasalaştırılması keşke daha demokratik olmaları çabalarına matuf
olsaydı ama öyle değil. Tümünü tek merkezli bir yapının aparatları haline
getirmek. Peki bütün bu konularda tutumlar ortada iken o halde muhalefetin bu
büyük resme göndermede de bulunarak, “acaba bu operasyonun bir ayağında da
siyasi rant elde etme çabası da vaki midir?” diye şüphe etmesinden daha doğal
bir şey var mı?
“Toplum yasta bunlar siyasi rantta”
“Bir tarafta cenazeler diğer tarafta siyasi şov”
gibi nitelemelere maruz kalmamak için elinizin tertemiz olması,
demokratik kültürünüzün gelişkin olması gerekir. Bütün bunları yerine getiriyor
olsanız bile muhalefetin bu şekilde eleştiri yapması bir hukuk devletinde tahammül
edilir bir çıtaya sahip olunmayı gerektirir. Eliniz zaten temiz ve güçlü ise
siz de kendinizi ifade eder ve toplumu ikna edersiniz. Ama başarısı
sorgulanmaya açık bir operasyonun ardından “Suçlu teröre destek veren muhalefet”
kabilinden manşetler attırmanın karşılığı akli selim sahiplerince “utanmıyorsan
da hiç olmazsa sus!” diye düşünülmesidir. Acaba bu hiperaktivitenin altında suçluluk
psikolojisi mi vardır? Yoksa bu ezberden başkasını bilmemek, her gelişmeyi bu
manşetin altına yerleştirmek dürtüsü mü? Karşıt eleştirileri başgöz etmeyi
bilmeyen bir kültüre ram olmuşsanız, onları yargının konusu görüp kriminalize
etmeye çalışıyor, halkın gözünü gayrı ahlaki yöntemlerle boyamanın ötesinde
yöntemler geliştiremiyorsanız, o halde bu sisteme ad koyanlara öfkelenmek
sadece küpüne zarar verir.
Nitekim kamuoyunu paralize etmek; mesela bu olayda da operasyona
dönük soru sormayı engellemek; AK Parti eleştirilerini milli güvenlik sorunu
haline getirmeyi pekiştirmek; bu olay vesilesiyle muhalefet bloğunu dağıtma,
onlara hatalar yaptırtma amaçlı operasyonlara imzalar atmak; bunları “Ya
PKK'nın ya bizim yanımızdasınız” görüntüsüne malzeme kılmak ülkenin içinden
geçtiği süreçte “başarılı” bir siyaset gibi görünebilir ama ya
kaybettirdiklerini sorgulamak?
Mesela “HDP’ye dönük bugünkü operasyonları yapmak için neden bu
operasyonun yaşanması gerekti? Yoksa önceden mi planlanmıştı?” sorusu haksız
mıdır? Tıpkı HDP’nin PKK’nın o ya da bu şekilde etkisinde olduğu, aynı
demografiye dayandıklarının, aradaki ilişkinin yıllardır bilinmesine rağmen
yeni duyulmuş gibi hareket edilmesindeki garabet gibi. Ve tabii diğer husus da
bütün bu soruların yargının mı yoksa siyasetin mi konusu olduğunu sordurtan iklimin
koyulaşmasıdır!
İnsanların Milli bir meselede bir AK Parti kongre görüntüsünü
dahi eleştirmekten korkar haline gelmelerini acaba AK Partililer içlerine
sindirebiliyorlar mı? Ya bir milli yasın parti şovuna dönüşmesinin ahlaki yönü
bir yana, siyaseten getirileri götürüleri?
Mesela çocuğunu yitirmiş o anne ile gerçekten de empati yapma imkanı bulabilmişler
midir o sürprizin yaşandığı cenderede? Yoksa daha çocuğunu toprağa vermeden
telefonun ucunda bir cumhurbaşkanının olması zaten yeter derecede bir onur
mudur bir anne için? Hangisi?
Son sözler de HDP'ye
Türkiyelileşmek istiyorsanız, terör örgütüyle bağınızın
kalmadığını önce kendinize ispatla yükümlüsünüz. “Ama devlet de bak ne yapıyor
kayyum vs” demenin bu şartlarda hiçbir anlamı yok, zira demokratik kültür
içerisinde ve hukuk devleti normlarına uygun şekilde haklarınızı savunanları da
zorda bırakıcı bir siyaset izlemektesiniz. Tutarlılığı dışınızdakilerden önce
kendinizde aramalısınız. “Çok söyledik, savaş, barış” diye terennümlerde
bulunmanın da, bu tarz bir sözde eşitlemeye vurgu yapmanın da ahlaki ve hukuki bağlamda sadra şifa hiçbir yönü yoktur. Sözlerinizi kamuoyu önünde bu cani
örgüte de karşı söylemek zorundasınız. Bu, öncelikle size oy veren milyonlara
borcunuz. O milyonlar sizin Meclis'te siyaset yapmanızı istiyor. Kandil'in
vesayetinden kurtulmak istediğinizi toplumun geneline göstermeden, “kim daha
suçlu?” tartışmasından ahlak devşirmek mümkün değildir! Despotizmin, otoriterliğin,
hukuksuzlukların eleştirilmesi bunların da doğruluğunu ortadan kaldırmamaktadır.
Son olarak, hazır madem cumhur ittifakı da bir anayasa hazırlığı
içinde naçizane teklifimiz muhalefet partilerini terörle irtibatlı gösteren
siyaset dilinin de cezai müeyyide konusu olması, suç kapsamına alınmasıdır!
Zira devlet gücünü arkana alıp terörle mücadeleyi bir ittifakın inhisarında
gösterip elindeki imkanları muhalefeti kriminalize etmekte kullanmak
totaliterizmin ispatıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder