Ana içeriğe atla

İnsanı yaşat ki Ayasofya Ruhu taçlansın! 11.07.2020





Yaklaşık 90 yıldır şiirlere, edebi yazına, geniş katılımlı gösterilere, kendisinden ötürü idamla yargılanmalara konu oldu Ayasofya. Daha öncesi de vardı elbette. Günümüz nesillerinin, yazıldığı dönemlerin ruhundan, hissiyatından, sıkıntılarından bihaber olduğu duygu ve düşüncelere konu olan makaleler. Mesela bunlardan biri, 1921 yılında, İstiklal harbi ve İstanbul’un işgalinin yaşandığı dönemde, Mustafa Kemal’in yakın arkadaşlarından Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun İkdam gazetesinde yayınlanan ve bir miraç kandili tasviri ortaya koyarken paylaştığı satırlardı:

 

“Dün Ayasofya, Bayezid, Şehzade camileri, emsali görülmemiş bir cemaatle doluydu. Kadın erkek, çoluk çocuk binlerce Müslüman, Eskişehir önünde şehit düşen mübarek din ve kan kardeşlerinin ruhuna ithaf edilen mevlid-i şeriflere iştirak için bu mabedlere koşuyorlardı…Dün birdenbire kendimi o heybetli cemaatin içinde bulur bulmaz, sandım ki yeniden hayata doğuyorum. 10 yaşımdan 32 yaşıma kadar geçirdiğim meşum bir devrin bütün o tesirleri, izlenimleri birdenbire üstümden sıyrılıverdi... Gençliğimi dolduran bütün o şüpheler, tereddütler, imânımın zayıf düştüğü o buhranlı anlar, o şeytanî imansızlığın sıtmaları, bu mabedin havası içinde, bu cemaatin sıcaklığında eriyiverdi. Rabbime bin kere hamd u senâ olsun ki, dünden beri, hakikat ve selâmetin bir cami ile bir cemaat dışında bulunmadığını biliyorum. Beş-on senedir, Batı’ya uymak için açtığımız bütün o konferans salonlarında, halkı zorla topladığımız o miting meydanlarında görülen şeyler, işitilen sözler, bir hocanın camide okuduğu menkıbenin ve bu cemaatin sükûtu önünde bana ne kadar yavan ve boş göründüler. Meğer biz, içinden çıktığımız hakiki âlemi bırakıp onun yerine yapma bir âlem icad etmek istemişiz.. Ve sınırlarda askerlerimiz bizi Allah Allah! sesleriyle savundukları sıralarda biz, Allah’tan başka şeylere inanmışız. Dün, ilk defa olarak tam açıklıkla anladım ki, bizim 10 seneden beri bu halka yaptırmak istediğimiz şeyler, birer maymunluktan ibaretmiş. Yönümüzü neden bu camilere döndürmemişiz? Niçin bu cemaati bir sokak kalabalığı haline sokmaya çalışmışız? O cemaat ki, bütün birleşme gücünü dinden alıyor. Ve evi barkı, yurdu vatanı camidir. Başı sıkışınca koşup sığındığı, gönlü ferahlayınca gidip toplandığı yer camidir. Ne millî kulüplerde, ne ırkî konferans salonlarında, ne de siyasî miting meydanlarında, burada hissettiği emniyeti, huzuru bulabiliriz. Dün ilk defa, cahil ve tembel bir kitle sandığımız halk, ülkenin aydınlarına bazı ulvî hakikatlerin sırrını öğretti: Bunlardan biri kalbin akıldan üstün olduğudur. İkincisi, bağlılık ve samimiyet; imân ve milli muhabbet dışında kurtuluş yolu bulunmadığıdır. Üçüncüsü millet ve ümmet kavramlarını birbirinden ayırmamak gerektiğidir.”

 

İçinde kendine itiraf ve yüzleşmenin de yer aldığı bu satırların yazıldığı dönem elbette özel anlamları içermekte. Toplumsal ve siyasal açıdan da buradaki duyguları depreştiren sebepleri de içinde barındırmaktadır. Ayasofya başta olmak üzere, bilahare ahır, yıkım, satım, farklı amaçlarla kullanım gibi muamelelere maruz kalan ibadethanelerimizin ve bunları dolduran kitlelerin ruh hallerinin yansımalarını aktarır bize bu yazın kültürü. Gerçekler, aktaranın ruh haliyle harmanlansa da, o ruh halini etkileyen hakikatleri yakalayabilmiş olmaktır aslolan. Zamanın ruhuyla toplumsal ve siyasal gerçekliklerin harmanlandığı anlar sahiciliğini hemen hissettiriverir. Tarihin akışını değiştiren ivmeler de, böyle anlarda muştulanan hakiki hissiyat ve fikriyatın ortak akıl ve vicdanda yarattığı etkiler sayesinde yakalanır.

 

***

 

Dönemin iki önemli siyasi gelişmesinden biri olan (diğeri Halifeliğin kaldırılması) ve Yeni Türkiye’nin -tarihi olanla da hesaplaşma içeren- seküler ulusalcı kimliğinin dış ve iç sembol hadiselerinin başında geliyordu Ayasofya.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da -hakikatte- Ümmetin her ferdinin tüylerini diken diken etmesi gereken dünkü konuşmasında da özenle seçilmiş cümleler mevcuttu. Hem bu gerçekliğe, hem de İslam dünyasının bugün içine düşmüş olduğu zilletten kurtuluş için atılacak adımlara yapılan, niyaz hükmünde sembolik vurgulardı bunlar. 

 

1934 yılında Bakanlar Kurulu imzasıyla müzeye çevrilme gafletinin kurbanı olan, Fatih’in vakıf senedine yapılan ihanetin nihayet sonlanıp Ayasofya’nın ibadete açılmasıyla Mescid-i Aksa’nın zincirlerinden kurtulmasını birlikte zikretti.

 

Ayasofya’nın kaderi, -diğer mabed, medrese ve vakıflarda olduğu gibi- Türkiyeli Müslümanların tek parti rejimi sultası altında yaşadığı trajediyle bütünleşmişti. Ayasofya, dini-medeniyetsel olarak tarihten ve tarihi kimlikten kopuşu, düşüşü, zilleti ve o oranda şuuru, bilinçlenmeyi, tekrar ayağa kalkmayı karakterize ettiği kadar, egemenlik ilişkilerinin mahiyetinin de itirafı hükmündeydi.

 

Fetih döneminde nasıl ki hem gücün-egemenliğin, yani müslim-gayrı müslim bir dünyanın merkezi gücü olmayı ifade ediyorsa, Batı dünyası açısından da aynı ufkun sembolünü oluşturuyordu. 20.yy’a damgasını vuran müze talebi ve uygulamaları da elbette bundan bağımsız değildi.

 

Bugünkü Ahvalimiz

 

Bu uzun girizgahtan sonra esas meramımızı şu sorularla paylaşalım: Gerçekten de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı dinlerken, yukarıdaki duyguları paylaştığımız bir hissiyata gark olduk mu? Ya kendisi? Bize hakikaten özenle seçilmiş, üstelik bilgi, bilinç ve şuur aşılayan cümlelerle dolu o metnin ruhunu aktarabildi mi? Ayasofya’nın da bir parçası olduğu bir kimliği bugüne dek özenle besleyip büyüten kitleler, normal şartlarda Sultan Ahmet meydanını hınca hınç doldurup daha coşkulu bir atmosferi oluşturmaları gerekmez miydi? Muhtemelen en başta iktidar sahipleri bunu -temkinlilik adına- istemezlerdi. İstemediler de zaten. Solunan hava adeta, Ayasofya danıştay/yargı vesilesi (ve Cumhurbaşkanının ön aldığı kararnameyle) hakkına kavuşsun ama aynı zamanda da ne şiş yansın ne kebap kıvamında idi. Yoksa böylesine önemli bir tarihi gelişmeyi başta Cumhurbaşkanı kaçırmak ister miydi? O meydana otobüslerle teşkilatlardan insanlar taşınmaz mıydı?         

 

Bu köşede daha önce bir Ayasofya yazısı yazmıştık. (https://ankaraekspresi.com/makale-ayasofya-yi-mi-tartisiyoruz-gercekten-578) Meramımızın bir kısmını da burada paylaşmaya çalışmıştık.

 

Pekçok İslami çevrede bile ‘lütfen’ yapıldığını ihsas ettiren “hissi açıklamalar” açıkça göze çarpmaktaydı. Bırakın, Ayasofya’nın “zincirlerinin kırılmasını” tada tada sorgulamaksızın yaşamayı, normalde beklendiği üzere, bu ‘zaferi’ kimliksel bir düzlemde “karşıt” olanlara karşı el yükselten bir fırsat olarak bile değerlendirmekten imtina ediyor birçok kesim. Elbette bu böyle olsun diye söylemiyoruz bunları. Ama, toplumsal konsolidasyon ve kutuplaşmanın siyaset eliyle yükseltilmesine alışmış, kitlelerin de böyle davranmasından hiç de mustarip olmayanlarımız bile şöyle göğüslerini gere gere “İşte Müslüman Türkiye hakiki kimliğine yeniden kavuştu” diyemiyor. Neden acaba? Neden bu tutukluk ve hissizlik hali? Halbuki atlattığımız onca badire, yediğimiz onca dayak, uğratıldığımız onca mağduriyet, onca itilmişlik halinden sonra, normal şartlarda turbun büyüğünü oluşturmakta değil mi bu adım?

 

Neden İtiraf Edemiyoruz? “Düşmanlar”dan ve Düşmanlıklardan mı Sıra Gelmiyor Gerçekten? 

 

Hakikaten inanıyor muyuz Ayasofya’nın istediğimiz statüye kavuşturulmasının tam da zamanı olduğuna? Sadece fiziki güçten bahsetmiyorum. Bazen haklı olduğunuz, derin bir ahlaki meşruiyet içinde olduğunuzun düşmanlarınız tarafından bile ikrar edilmek zorunda olunan zaman dilimlerinde gücünüz zaten buradan gelir. Dev cüsseli emperyalizmin çoğu beldede onyıllara dayalı zulümlerinin ardından şekil ve şemal değiştirmek, sonra da defolup gitmek zorunda kalması da bu hakikatle ilişkilidir. Cüsseli de olsa, zulmetmekten başka bir güç gösterisi ortaya koyamaz. Oysa sizin cüsseniz yetersiz de olsa onurunuz vardır; ahlaki ve hukuki haklılık zemininiz vardır. Bu konularda arkanızda dağ gibi duran halkınız, hatta uzak diyarlardan kalbi sizinle atan halklar vardır. Onların desteği vardır!

 

Muktedirlerdeki hissiyat bile “Dünyaya meydan okuma” durumu falan içermiyor zaten. Yani bir “one minute” atmosferi de söz konusu değil. Hatta mümkünse bugünlerde bu işlere hiç de tevessül etmesek iyi olur psikolojisi hakim -sıkı reisçi kesim de dahil- hemen tüm ülke sathında.

 

E peki o zaman Ayasofya’nın tarihi statüsüne kavuşturulması “şöyle usulca bu meseleyi çözelim gitsin” halet-i ruhiyesiyle mi gelişti? Bir akşam yemeği esnasında “fırsat varken, korona falan herkes kendi derdine düşmüşken halledelim gitsin; hem halkımız çok sevinir, hem de tarihe geçeriz” fikri mi geldi akıllara?

 

Elbette değil. Sorgulamaktan imtina edilmemesi gereken, “Sultan Ahmet de müze olsun” diye saçmalayan farklı kimlik sahiplerinin izharından dolayı da atlanmaması gereken bir konu bu. Gerçeklerle yüzleşme niyetinde olanlarımız “o başka bu başka” diyorsa bilemem, ama konunun daha basit, sahici ve görünür tarafları mevcut.

 

Hedef Kalmayınca Merkez Sağın Son Büyük Lojistiği de Tüketiliyor

 

Bu meseleyi, 15 Temmuz sonrası hukuk devletini ve özgürlükleri genişletme yönünden ziyade otoriterleşme eğilimlerini güçlendirip üstüne 28 Şubat’ın seküler ulusalcı/milliyetçi malum aktörleriyle işbirliği içeren süreçten bağımsız göremeyiz.

 

Hiçbir selim akıl sahibi “ne yapalım dünya da buraya doğru gidiyor, bizim de yaşadıklarımız beka-güvenlik gereği buna icbar etti” diyemez, dememeli. Zira AK Parti tarih sahnesine çıktığında (2002) dünyadaki koşulların tersine, siyasetin ve toplumun önünü açma; vesayeti geriletip devleti toplumun hayrına işleyen bir mekanizmaya dönüştürme şeklindeki bir meşru gayretin içine girmiş ve hemen tüm kesimlerden de destek almıştı. Yani dünya, AK Parti ve toplumsal kesimlerin arzu ettiği bir yöne doğru evrilmiyordu. Aksine 11 Eylül gibi başa bela bir sürecin içinden geçilmekte, özgürlükler aleyhine gelişmeler onaylanmakta idi.

 

Öte yandan Türkiye’de bazılarının tahayyül bile etmekte zorlanacağı hedefleri vardı. “Olmaz” denilen konularda neler yapıldığına (2002-2012) “Sessiz Devrim” kitabı şahittir. Yani hem çevreyi merkeze taşıyan, hem merkezi çevreyle barıştıran, hem de merkezi dönüştürmeye çalışan bir AK Parti, kadrolar ve liderliğine ilişkin somut tablo ortadaydı. Ortaklarının bilahare ‘karşıtlara’ dönüşmesi, dünyayı ve bölgeyi farklılaştıran fırtınalı iklim (Arap Baharı ve Suriye meselesi vs.), AK Parti’yi ve Erdoğan’ı karşılarına alan rüzgar ve bu husustaki günahları şimdilik bir kenarda dursun. Bunu ayrı bir yazının konusu yapabiliriz ama bu koşullar durumu değiştirmedi ve tercihler yapa yapa 15 Temmuz’lara kadar vardık.

 

Sonuç; merkezi de toplumu da olumlu anlamda dönüştürme çabası güden AK Parti ve liderliğinden, geleneksel merkeze güç ihtiyacı gereği teslim olan; medyayla, yargıyla, torba yasalarla, yasaklarla, güvenlik politikaları adı altındaki tedbirlerle çevreyi bu merkezin rahatsız olmayacağı kıvama evriltmeye çalışan bir parti ve liderliğe dönüştü. Bu dönüşüm gerçekleşirken, toplumu da yamacına aldığı hedeflerden uzaklaştı, stratejilerini yitirdi. Kısaca, klasik bir merkez sağ partisine dönüştü. Rafında milliyetçi-devletçi-merkezci bahaneler, beka ve güvenlik konularının haricinde dindar muhafazakar kesimlerin hassas olduğu konuları bulunduran, ihtiyacı olduğunda bunları raftan indirip kullanan bir merkez sağ parti haline geldi.

 

Toplumun destek veren kesimlerinin de AK Parti’nin bu dönüşüm yolculuğuna eşlik etmediklerini söylemek haksızlık olur. Elbette tümüyle değil, elbette gidişattan ciddi rahatsızlık duyanlar var ve elbette bu kesimler geçmişte yaşanmış o kutlu yürüyüşe özlem duymuyor değiller. Lakin bugünkü tablo bu. Ayasofya’ya, turbun büyüğü dememiz de bundan. Dışarıyla fazla didişmeyecek şekilde, (ki velev ki böyle bir didişme söz konusu olursa bunu da “bizden olanlar olmayanlar” ikiliminde kullanmayı arzu edecekleri bir vakıa) içeride de hem konsolidasyon amaçlı, hem de ekonomi, yargı vb. konulardaki gidişatın sorgulanmasını örtecek-öteleyecek şekilde kullanılmak isteneceği de açık!

 

Resmi İdeolojiye Karşı Zafer mi?

 

Halihazırda Ayasofya’ya tarihi statüsünün kazandırılmasının -her ne kadar zamanın ruhu itibariyle tadına varamamış olsak da- manevi anlamı, “maddi-siyasi” getirilerinden fazladır. Lakin içinde M.Kemal ve Tek Parti rejimi kurmaylarının da olduğu 1934 yılı imzacılarına ya da resmi ideolojiye karşı bir “devrim” niteliği taşıdığını söylemek sadece abartılı değil, aynı zamanda hamaset içre bir analiz olur. Buna vurgu yapanların amacının, bugünkü iktidara aslını hatırlatmak ise, bunun yolu bu değil ve onların da nasıl bir yanılgı içinde olduklarını göremediklerini düşünüyoruz.

 

Öncelikli olarak, toplumların tepesinde Demokles kılıcı gibi sallanan resmi ideolojilerle hesaplaşmanın yolu sembollerden geçmez. Semboller belki sonucu taçlandırmak için anlam ifade edebilir. Tek tipçi, toplumları cendereye sokan, evrensel hakikat ve tecrübelerle sorunlu resmi ideolojilerle mücadele, bunları taklite düşmüş yapılarla da hesaplaşmaktan geçer. Yani eğer evrensel üst normlarla sorunlu tek adamcı bir resmi ideolojiyle hesaplaşılacak ise, bu, her dönemin tek tipçi, hukukla sorunlu, “kimlikçi”, yasakçı, rantçı, “makbul vatandaşçı” anlayışlarına karşı siyasete ve topluma nefes aldırmaya çalışan gayretlerle olur.    

 

Oysa halihazırda, 15 Temmuz’da daha Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısı gerçekleşmeden halkı ve teşkilatları sokaklara döken kahramanların Pelikan çetesi ya da Perinçek ile alakalı sözlerinden ötürü ifadeye çağrılıp haklarında davaların açıldığı bir ülkeye dönüştük ki bu en hafifi. 28 Şubat ve Ergenekon artıklarıyla birlikte anılmanın ötesinde devlet kadrolaşmalarında da paslaşmaların yaşandığı, 15 Temmuz’da çok önemli misyonlar üstlenmiş emniyet mensuplarının İstanbul’dan uzak illere sürüldüğü, 28 Şubat’ta faal olan emniyet mensuplarının yeniden emniyet teşkilatında önemli görevler aldıkları bir dönemin içinden geçiyoruz.

 

Onbinlerce KHK’lı, tutuklu, hükümlünün mağdur edildiği; FETÖ Borsası gibi gayrı meşru ilişkilerin şuuyu vukuundan beter hale geldiği; kritik olan olmayan kararların tıpkı 30’lu 40’lı yıllarda olduğu gibi en tepeden direktiflerle alındığı, emanet olan kamu malının kullanımına ilişkin kararların şeffaf bir denetime tabi olmaktan uzak kılındığı ve dahi sahip olunan yetkilerin o yılları hiç de aratmadığı, yetmediğinde anayasanın ya da kurumların rahatlıkla bypass edildiği bir siyasal mekanizma oluştu.

 

Buradaki yozlaşma ve gerileme iklimi, her sırtını merkeze dayayan güvenlikçi, milliyetçi (velev ki muhafazakarlığın da ötesinde İslami şiarlarla süslenmiş olsun) -yukarıda tanımını yaptığımız- merkez sağ iktidarın içine düştüğü bir girdaptır maalesef. Üstelik toplumun bugün “benden olan-olmayan” bölünmesine maruz bırakılmasından siyasetin medet ummasına çözüm üretmek, bu günahta payı olan “farklı kimlik sahipleri”ne atıf yapılarak ve günahın bölüştürülmesiyle aşılacak bir sorun değildir. Tam da, bu sorunu görenlerin müdahil olması, toplum-toplum ve toplum-devlet ilişkileri bağlamında sembolik değil, somut ilkeler üzerinden çabalar serdedilmesi gereken konular yumağını oluşturur. Dolayısıyla, aslında zaten bir “sessiz devrim” yolunda ilerliyor iken kullanılabilecek bu “devrimcilik” metaforuna, (ki o zaman post-Kemalizm tartışmalarıyla bu yapılıyordu) bu hususlar/ilkelerle yol almazken atıf yapmak, aldatıcı bir duruma da işaret eder. Dediğimiz gibi, bir yerlere moral aşılamak için yapılıyorsa, hem tutmaz, hem de meselemiz sadece ideolojiler değil, zihniyetlerdir. Zihniyette ortaklık başlamış ve olabildiğince yol alınmışsa, zaten buradan medet beklemek hem sükut-u hayal oluşturur, hem de havanda su dövmekle eşdeğerdir. Yani o yılların yönetişim biçimi, hukuksuzluk ve mağdur üretme potansiyeliyle yarışa kalkışmış olanlardan bunu beklemek anlamsız ve saptırıcıdır da.

 

Sözü bağlayalım:

 

Ayasofya meselesinin zamanlamasında, İslam dünyasının içinde bulunduğu durumun gözetildiği de söylenemez maalesef. Arap Baharında olduğu gibi esen bir rüzgar yok, hatta tersine gelişmeler söz konusu. Metninde göndermeler yer alsa da Erdoğan dahil, Ayasofya meselesinin bu coğrafyalarda herhangi bir etki yapacağını hesap edenin olduğunu düşünmek de saflık olur.

 

Keşke Ayasofya konusu, -işe yarayıp yaramayacağı ayrı tartışma konusu olan- pragmatik süreçlere alet edilme görüntüsü yerine, Hakk’ın ve halkın razı olduğu hakiki ortamların ihya edildiği, insanlık onurunu düştüğü yerden kaldıran hukuk ve adalet iklimlerini taçlandırmaya vesile olabilecek bir zaman dilimine denk gelmiş olsaydı.

 

Son olarak, meseleye saf ve samimi perspektiften bakanların dikkatine şu satırları da sunmuş olalım:

 

Ayasofya'yı tarihi hakkına kavuşturanlar, eğer bu topluma gerçekten umut olmak istiyorlarsa aynı ruhun gereği olarak, Fatih'in tüm tebasına yaymaya çalıştığı adaleti, hukuku, yaşam hakkını sağlamayı hayata geçirmeye gayret sarfetmelidirler.

 

Unutulmamalıdır ki ibadetlerimizin ve ibadethanelerimizin hakiki hedefi, değerlerimizin/ilkelerimizin ikamesidir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gelecek Partisi’nin tarihi ekonomi toplantısı 17.06.2020

Gelecek Partisi ekonomi kurmaylarının Genel Başkan Ahmet Davutoğlu eşliğinde Sheraton Otel’de 15 Haziran tarihinde düzenledikleri basın toplantısı ("Ekonomide GelecekModeli") tarihi önemi haiz idi.   Davutoğlu’nun giriş konuşması, her ne kadar korona sonrası dünya öngörüleri, kriz dönemleri karşılaştırmaları içerse de öncelikli olarak bir bütüncül zihniyet dönüşümü teklifi içermekteydi. Zihniyet dönüşümü, bunu sağlayacak siyasi ilkeler, buna dayalı yapısal reformlar, bunları gerçekleştirecek liyakatli kadrolar ve yeniden kurulması elzem sistemin hem bugünün arızalarını tamir edici, hem de gelecek inşa edici yönünün birlikte yürütülmesi.   Zihniyet-ekonomi-kurumsallaşma-kurallılık-hukuk devleti-güvenlik hepsi içiçe ve metazorik olarak birbirine bağlı. Biri olmadan diğerine el atamadığınız, atsanız da aksamasına engel olamayacağınız, neyi niçin yaptığınızı önceden resmetmeniz, planlamanız gereken bir yürüyüş. “Ben yaptım oldu” kolaycılığı, fevriliği, sözde “hızı”na alternatif b...