Güç
Bozar, Mutlak Güç Mutlaka Hepimizi Bozar
Biz bu sözü siyaset
alanını tanımlamak için sevdik ve hep kullanageldik. Ama başkalarına karşı. O
yüzden çoğu zaman yanlış anladık.
Kimimiz
elini yüzünü yakmamak için bu ‘ateş koru’ndan kaçtı, kimimiz ise cahil cesareti
ve ihtirasla onu elinde tutmaya çalıştı.
Oysa maharet
ve itidal onu hikmetle yönetmeyi ve herkes için faydalı hale getirmeyi
öğrenebilmekte. Bunun da yasaları var. Tecrübe edilmiş, sınanmış yasaları. İnkarı
durumunda mutlaka otoriterleşmeye varan bu halin bir süre sonra aktörleri de değersizleşmekte;
orada “biz” mi yoksa “başkaları” mı var önemsizleşmekte. Bu maalesef hep böyle
oldu ve değiştirme fırsatını yakalayanlar elindekinin kıymetini bilemedi. Ama
elitlerin ama toplumun zorlamaları karşısında, değiştirmeye dönük idealler
yerini konjonktürel muktedirliğin korunmasına bıraktı.
Bugünkü
tecrübelere ulaşmanın bedeli de bir neslin heder edilmesi oldu. Şimdi daha
tecrübeliyiz belki ama daha irade sahibi değiliz. Bize köstek olacak yeni “biz”lerin
inşasıyla iştigal etmekteyiz. ‘Milliyetçilik’, ‘beka’ gibi bildik aşırılaştırılan
güvenlikçi retorikler yine devlet ve bağlıları lehine, yine hukuk, adalet, demokratik
kültür aleyhine işlemeye devam ediyor. Bu hep böyle oldu, böyle olmaya da devam
ediyor.
Hastalıklara
tanı koymak istemiyoruz. Onları ince işçiliğe tabi tutmak işimize gelmiyor. Mesela
ırkçılığı lanetliyoruz ama sert-yumuşak alt kategorilerinden siyaseten istifadeye
devam ediyoruz. Bazen dilimiz bazen zihnimiz oraya kaymak zorunda kalıyor. Zira
boşluğu başkaları doldurursa alan kaybedeceğimize, siyasette de bunun
karşılığının kaybetmek olacağına inandırılmışız. Irkçılığa karşı çıkanlar
siyasal milliyetçiliklere ram olmaktan kurtulamıyor. Çünkü siyasi sörfün ana
mecrası orası. Devlete, hafızasına, resmi ideolojiye, tarihe yalan-yanlış atıf
yapma konusu da bundan çok farklı değil. Kültürel siyaset, ekonomi başta olmak
üzere pekçok alanı hala solluyor. Hala belirleyici. Kültürlerin üzerinde de
devletin belirleyicilik alanı var. Son yıllarda sınırları belirlenmiş dine de bu
iktidar alanında, geçmiş yıllardan fazla olmak kaydıyla rol verilmiş durumda.
Oysa
ideolojik alanlara sığınmak, güven iklimi adı altındaki korkaklık, ıslaha da
engel oluşturuyor. Islah mekanizmalarını sözlü ve fiili olarak diriltmekle
yükümlü olduğumuz halde, başkalarının alan kazanmasına karşılık gelen korkular,
nihayetinde en güçlü olanın, yani devletin bildik yöntemlerle sahne almasını
sağlıyor.
Devletten
ya da yakın muktedirlerden çok “öteki”nden korkmanın bedelleri!
Dahası da
var. Islah mekanizmaları üzerine düşünüp eylememek, yani ıslaha uygun
davranmamak peyderpey karşıtına dönüşmeyi de beraberinde getirebiliyor. Kendisinin
yanlışlarını ve kötülüklerini tespit ettiğimizi varsaydığımız yatay “düşman”,
varlığının ve sesinin çok çıkmasının bedeli olarak ona onun gibi davranılması
reflekslerini önce besliyor, sonra büyütüyor. Ben/Biz, ona rağmen ahlaklı
kalmakla yükümlü iken, o benim öğretmenim haline dönüşüveriyor. Bunun da başat
motive edici unsuru korkularım ve ideolojik kimliğim. Özellikle, benden
olmayanların muhalif motivasyonu beni/bizi iyiden iyiye çileden çıkartıyor. Onun
savunu ve pratikleri muktedirlerin oluşturdukları habitatı konuşmamı
engelliyor.
Öncelikle
görülmesi gereken husus, benim bıraktığım boşluktur. Ben o beğenmediğim
muhaliflerin doldurduğu boşluğa kızıyorum aslında. Ben kendime, o boşluğu nasıl
bıraktığıma, neden muktedirleri gerektiği gibi, her alanda eleştirmediğime,
mesela onun mağdur ettiklerine gerekli ölçülerde neden sahip çıkamadığıma öfkeleniyorum.
Hırsım, saldırganlığım, “öteki”yi muktedirden daha fazla hırpalamam öncelikle
bundan. Sonra da muktedirin hataları yüzünden o muhaliflerin dolduracağı
alanlara hayıflanmamdan. Oradan da muktedire kızıyorum, “neden bunlara fırsat
veriyor” diye. Oysa o zaten tercihini yapmış, iktidar alanını ve gücü korumayı
bildik yöntemlere tevdi etmiştir. Klasik devlet hafızasına. Konjonktürel
yozlaştırıcı ve tahrip edici gücü (ateş koru) elinde tutmak zorundadır artık,
geriye dönüş yoktur. Esas ben kararımı vermeliyim. Takip mi edeceğim yoksa
alternatiflere mi bakacağım?
Öncelikle
şunu görebilmeliyim ki altı doldurulmamış ve ne için, hangi öz, hangi ilkelerin
inşası adına savunulduğu tam bilinmeyen hamasi mega ideaların, safha safha, bir
süre sonraki kaderi otoriterleşmedir. Bir süre daha geçtikten sonra farklı
varyanslarıyla ama aynı yasalara tabi Baasçılık, diktatörlük, faşizme ram olma,
onu taklit etme ya da ona metazorik tahammüle varan bir prosestir bu. Zira
temel motivasyonu ideolojik-kültürel kimliktir. Ondan kopamadıkça o sizi içine
çeker. Kemalizmi eleştiren bir sosyalistken ince ince kendinizi sol-Kemalizmde
bulabilirsiniz. Aslında ana motivasyon ilk dürtüleriniz, ilk tercihlerinizdir. Belki
de hiç sosyalist olmadınız ama farkına varamadınız. Amacınız bir şekilde
Batılılaşmak idi, bu yolu tercih ettiniz. Önünüze engeller çıktığında da o
yolda ilerleyen en yakında gördüklerinize yavaş yavaş yanaştınız ve bir süre
sonra ona dönüştünüz. Zira sizi ona yanaştıran daha önceden tanımladığınız “düşman
kültürler” mevcut idi. Bunları sosyalist jargonla tanımlamak ile bir süre sonra
Kemalist terimlerle nitelemek arasında çok da fark yoktur. Amaç sizin en
baştaki motivasyonunuzun devamıdır. İşte bugün bunun muhafazakar karşılığını
yaşamaktayız. En başta konan altı dolu olmayan mega idealler hala geçerli.
Onların karşısında yer alan alt kültürler mevcut. Sizden birileri de muktedir
olmuşlar. O, iktidar oyununda günden güne daha fazla mutlak güce oynarken, siz farklılıklarınız
olsa da sürekli tahammül çıtasını yükselterek başkalarına karşı onu kollamayı
sürdürmektesiniz!
İçler acısı,
vicdan kanartıcı, adalet duygusunu örseleyici
Dayanılası
bir durum değildir bu. Bir yandan benden olan muktedirler hatalarını günden
güne artırırken, bu duruma benden olmayanlar yüzünden çok fazla tepki
veremiyorum. “Tepki vereyim ama ona da bir şey olmasın” şuuraltıyla hareket ettiğim
için tepkilerim ya hiç duyulmuyor ya da çantada keklik görüldüğüm için umursanmıyor.
Bu arada benden olmayanlar da ciddi zeminler kazanıyorlar. Çünkü hukuki ve ahlaki
meşruiyeti günden güne daha da yitiren muktedirler yüzünden alan genişletiyorlar.
Ya iktidarın yamacında duruşumu sorgulayacağım, mesafemi koyacağım ve bunu
yaparken de zorunlu olarak (ve ahlaken) eleştirilerimin dozajını artıracağım ya
da korkularımı öne sürerek muktedirin milyonların hayatını etkileyen determinist/yazgısal
(ve bunların türevi olan hukuki ve ekonomik) hatalarından daha çok “öteki”leri
hedefe koyup muktedire daha fazla yanaşacağım. İkincisini yaptığımda bu beni
her defasında, beni buna tercihe zorlayan sebepler çıtasını yükseltmeye
götürecek ve sonunda başkalaşım gelecek. Güçlü olan benim kültürümden olan
muktedir olduğuna ve bana da kulak verecek kadar değer vermeyip bildiğini
okuduğuna göre buna katlanacağım, kol kırılır yen içinde kalır diyeceğim,
bağrıma taş basacağım, kapalı kapılar ardından onun cürümlerini konuşup günah
çıkartmış olacağım, sorumluluğu üzerimden attığımı zannedeceğim. Bir de aynaya
bakacağım “ben” dünkü “ben”miyim diye.
“Dünyayı
İmar” Mega İdealine Ne Oldu?
Yeryüzünün
halifeleri olduğumuza inanan, dünyaya belli bir amaçla geldiğine iman etmiş bizlere
ne oldu da bu hallere düştük. Tarihteki Mevali/Köle isyanlarında falan kimbilir
ne cibiliyeti bozuk, motivasyonları farklı farklı insanlar vardı ama bu durum
isyana sebebiyet verenlerin büyük günahlarını ortadan kaldırır mıydı? Hangimiz
bugüne dek onları “biz” diyerek sahiplendik. “Siyaset işte oluyor böyle şeyler”
mi dedik yoksa sebeplere, çiğnenen ilkelere, bizim de aynı hataları
yapmamamıza mı odaklandık? (Bunu okuyan muktedir yanlısı bir zihnin “ne ilgisi
var ?” dediğini duyar gibiyiz. Halbuki teşbih yapıyoruz. Bir türlü konuşulamayan
adalet, hukuk, yargı, ekonomi, sağlık, tarım vb. alanlardaki sorunlarla karşılaştıralım
o zaman. O sorunların altında ezilen kitleleri ve bunlara yol açanların
umarsızlıklarını, pişkinliklerini gözümüzün önüne getirelim)
Kimlik,
aşiret, cemaat, akrabalık, yakınlık, kültür ne zamandan beri herşeyin önünde
tutulur oldu. Ne zamandan beri korkularımızın ve bekamıza dönük endişelerimizin
en ön safa yerleştirilmesi meşruiyet halesi için yeterli görülür oldu. (O halde
bu topluma neden kızıyoruz ki? Onlar da iktidar öyle buyurduğu için
korkuyorlar. O korkuların serdedilme biçimine kızmamız, korku hissiyatının
gerçekliğini ortadan kaldırmaz. Herkesin kendi seviyesine uygun korkuları
vardır. Mesela medyaya vurmak kolaydır. Riski de azdır. Ama medyatörler
yönetmenin, senaristin, sahneyi inşa edenin yanında sadece sahnedeki
aktörlerdir. Aslolan, habitatı kimin hangi saiklerle oluşturduğudur.
Odaklanılması gereken budur!)
Zannımızca
olması gereken şudur: Biz üzerimize düşen herşeyi ilkeler nezdinde yerine
getiririz; muhalif olmanın ilkelesel düsturlarını yüceltiriz; sorumluluklarımızı
bihakkın yerine getirir ve gerekirse bunun bedellerini de öderiz, ondan sonra
kim hangi fesadı yaygınlaştırıyorsa bunun hiyerarşisine uygun bir yürüyüşü
rehber edinmiş oluruz. Görünür oluruz, adil şahitlerden oluruz. Herkese söz
söylemek, sözü yerinde ve ağırlığınca ifade etmek, ifade edildiğinde inanılır/güvenilir
olmak ancak böyle mümkün olur.
Çok iyi
biliyoruz ki, “Dünyayı İmar” misyonu en yakınlardan başlayarak dalga dalga her
yana yayılması gereken bir ıslah çabasıdır. Asla bir siyasal mühendislik
değildir. Gönüllü katılımı içrektir. Dileyen gelir dilemeyenle de hukuk
belirlenir. Bu bazen dışarıda kalanların tutumuna göre “karşıtlık hukuku” olur
bazen de “dost hukuku”, birarada yaşama bilincini geliştiren bir tavır. Ama
hepsinden önce “Dünyayı İmar”ın ne anlama geldiği, altının nasıl doldurulması
gerektiği, bireysel, toplumsal, siyasal hatta üst organizasyonlar bağlamında
hangi alanların zincirleme birbirine bağlı olduğunun keşfi ve tanımını
gerektirir. İnsanlık tecrübesinden hukuksal, siyasal, toplumsal birikimler
bağlamında faydalanmayı da kapsar. Doğru sorulara bedel ve emek isteyen doğru
cevaplar üretmek yerine sloganik olarak “inşa edilmesi gereken” kızıl elmalara
odaklanırsak, öncelikle sorumluluğumuzu tam olarak yerine getirmemiş oluruz.
Bunun neticesi olarak da taklitçi metodlarla hakedilmemiş bir güç arayışına
girer, o gücü hasbelkader -bizim adımıza da- edinmiş bize yakın unsurlarla
metazorik bağlanma içine girer ve onlarla birlikte sarmalın içinde debelenip
dururuz. Doğru bir kızıl elma yürüyüşü, azar azar bizi araçları amaç edinmeye,
gerçek hedeflerden uzaklaşmaya, varolan birikimleri eğrisi doğrusuyla korumaya,
özeleştiriden uzaklaşmaya, donukluğa ve hamasete iter. Milliyetçiliğe karşı
oluruz ama aslında benzer bir türü farklı yollardan ürettiğimizi göremeyiz.
Beka siyasetinin uzamları bize çirkin görünür ama biz de kendimiz adına
üretilen beka ikliminin terbiye olmasına müsaade etmeyiz. Sınırlı alanlarda
geçerli olan hususlarda bir iç hukuk, iç iklim üretir ama “kendi yanlarında
olanla sevinmekteler” ayetindeki uyarıyı özümsemekten uzak bir ruh haline düçar
oluruz. İsrailoğulları kıssaları bize hep uzaktan çalan davulun sesi gibi gelir.
Kendimize
daha fazla zarar vermeden, toplumun da hiçbir kesimine yaramayan aksine
zararlar veren ama en başta da bizi biz olmaktan çıkarmaya namzet bu sarmaldan
çıkmalıyız. Devletin “ateş koru”nu tutmaya şevkli olanları yasak ağaca
yönlendirip teslim alması gibi, bizler de bu günaha ortak olmamalıyız.
Yatıp kalkıp
Kemalizm eleştirileri yaparken bu iktidarın Kemalist kodların tümünü
muhafazakar-dindar bir literatürle yeniden inşa ettiğini görebilmek için ancak
yukarıdaki pasajlarda irdelediğimiz şuuraltına odaklanmak gerekmektedir.
Kelimeler, ideolojiler farklı gibi görünse de zihniyetsel ve bilahare fiili bağlamda
otoriterleşme, yozlaşma, despotizm sarmalının yasaları ortaktır. Kim buna ram
olursa o ateş onu yakar. “Zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın” ayeti
bizlere yol gösterici olmalı. Esedçileri, İrancıları, Rusçuları vb. önce yavaş
yavaş içine çeken, sonra da bataklığa gömen ve kendine benzeten sarmaldan
sadece “İslami kimlik” diyerek çıkamayız. “İranlaşmak” ya da “İranileşmek
sendromu”na karşı pür dikkat kesilmeliyiz. “Her ne pahasına” diyerek nasıl bir
karanlığın içine çekildiğimizle yüzleşmek zorundayız. Kemalistleşmek,
Farısileşmek ya da bugünkü otoriteryanizmin içine çekilmek arasında ipince
çizgiler var. Yok aslında birbirinden farkları. Aynı kodlar, aynı metodlar,
aynı mukadderat. Buradan çıkışın yasaları da belli. Amerika’yı yeniden keşfetmeye
gerek yok.
Yorumlar
Yorum Gönder