Ana içeriğe atla

Güç Bozar, Mutlak Güç Mutlaka Hepimizi Bozar 15.02.2021





Güç Bozar, Mutlak Güç Mutlaka Hepimizi Bozar

Biz bu sözü siyaset alanını tanımlamak için sevdik ve hep kullanageldik. Ama başkalarına karşı. O yüzden çoğu zaman yanlış anladık.

Kimimiz elini yüzünü yakmamak için bu ‘ateş koru’ndan kaçtı, kimimiz ise cahil cesareti ve ihtirasla onu elinde tutmaya çalıştı.

Oysa maharet ve itidal onu hikmetle yönetmeyi ve herkes için faydalı hale getirmeyi öğrenebilmekte. Bunun da yasaları var. Tecrübe edilmiş, sınanmış yasaları. İnkarı durumunda mutlaka otoriterleşmeye varan bu halin bir süre sonra aktörleri de değersizleşmekte; orada “biz” mi yoksa “başkaları” mı var önemsizleşmekte. Bu maalesef hep böyle oldu ve değiştirme fırsatını yakalayanlar elindekinin kıymetini bilemedi. Ama elitlerin ama toplumun zorlamaları karşısında, değiştirmeye dönük idealler yerini konjonktürel muktedirliğin korunmasına bıraktı.

Bugünkü tecrübelere ulaşmanın bedeli de bir neslin heder edilmesi oldu. Şimdi daha tecrübeliyiz belki ama daha irade sahibi değiliz. Bize köstek olacak yeni “biz”lerin inşasıyla iştigal etmekteyiz. ‘Milliyetçilik’, ‘beka’ gibi bildik aşırılaştırılan güvenlikçi retorikler yine devlet ve bağlıları lehine, yine hukuk, adalet, demokratik kültür aleyhine işlemeye devam ediyor. Bu hep böyle oldu, böyle olmaya da devam ediyor.

Hastalıklara tanı koymak istemiyoruz. Onları ince işçiliğe tabi tutmak işimize gelmiyor. Mesela ırkçılığı lanetliyoruz ama sert-yumuşak alt kategorilerinden siyaseten istifadeye devam ediyoruz. Bazen dilimiz bazen zihnimiz oraya kaymak zorunda kalıyor. Zira boşluğu başkaları doldurursa alan kaybedeceğimize, siyasette de bunun karşılığının kaybetmek olacağına inandırılmışız. Irkçılığa karşı çıkanlar siyasal milliyetçiliklere ram olmaktan kurtulamıyor. Çünkü siyasi sörfün ana mecrası orası. Devlete, hafızasına, resmi ideolojiye, tarihe yalan-yanlış atıf yapma konusu da bundan çok farklı değil. Kültürel siyaset, ekonomi başta olmak üzere pekçok alanı hala solluyor. Hala belirleyici. Kültürlerin üzerinde de devletin belirleyicilik alanı var. Son yıllarda sınırları belirlenmiş dine de bu iktidar alanında, geçmiş yıllardan fazla olmak kaydıyla rol verilmiş durumda.

Oysa ideolojik alanlara sığınmak, güven iklimi adı altındaki korkaklık, ıslaha da engel oluşturuyor. Islah mekanizmalarını sözlü ve fiili olarak diriltmekle yükümlü olduğumuz halde, başkalarının alan kazanmasına karşılık gelen korkular, nihayetinde en güçlü olanın, yani devletin bildik yöntemlerle sahne almasını sağlıyor.

Devletten ya da yakın muktedirlerden çok “öteki”nden korkmanın bedelleri!

Dahası da var. Islah mekanizmaları üzerine düşünüp eylememek, yani ıslaha uygun davranmamak peyderpey karşıtına dönüşmeyi de beraberinde getirebiliyor. Kendisinin yanlışlarını ve kötülüklerini tespit ettiğimizi varsaydığımız yatay “düşman”, varlığının ve sesinin çok çıkmasının bedeli olarak ona onun gibi davranılması reflekslerini önce besliyor, sonra büyütüyor. Ben/Biz, ona rağmen ahlaklı kalmakla yükümlü iken, o benim öğretmenim haline dönüşüveriyor. Bunun da başat motive edici unsuru korkularım ve ideolojik kimliğim. Özellikle, benden olmayanların muhalif motivasyonu beni/bizi iyiden iyiye çileden çıkartıyor. Onun savunu ve pratikleri muktedirlerin oluşturdukları habitatı konuşmamı engelliyor.

Öncelikle görülmesi gereken husus, benim bıraktığım boşluktur. Ben o beğenmediğim muhaliflerin doldurduğu boşluğa kızıyorum aslında. Ben kendime, o boşluğu nasıl bıraktığıma, neden muktedirleri gerektiği gibi, her alanda eleştirmediğime, mesela onun mağdur ettiklerine gerekli ölçülerde neden sahip çıkamadığıma öfkeleniyorum. Hırsım, saldırganlığım, “öteki”yi muktedirden daha fazla hırpalamam öncelikle bundan. Sonra da muktedirin hataları yüzünden o muhaliflerin dolduracağı alanlara hayıflanmamdan. Oradan da muktedire kızıyorum, “neden bunlara fırsat veriyor” diye. Oysa o zaten tercihini yapmış, iktidar alanını ve gücü korumayı bildik yöntemlere tevdi etmiştir. Klasik devlet hafızasına. Konjonktürel yozlaştırıcı ve tahrip edici gücü (ateş koru) elinde tutmak zorundadır artık, geriye dönüş yoktur. Esas ben kararımı vermeliyim. Takip mi edeceğim yoksa alternatiflere mi bakacağım?

Öncelikle şunu görebilmeliyim ki altı doldurulmamış ve ne için, hangi öz, hangi ilkelerin inşası adına savunulduğu tam bilinmeyen hamasi mega ideaların, safha safha, bir süre sonraki kaderi otoriterleşmedir. Bir süre daha geçtikten sonra farklı varyanslarıyla ama aynı yasalara tabi Baasçılık, diktatörlük, faşizme ram olma, onu taklit etme ya da ona metazorik tahammüle varan bir prosestir bu. Zira temel motivasyonu ideolojik-kültürel kimliktir. Ondan kopamadıkça o sizi içine çeker. Kemalizmi eleştiren bir sosyalistken ince ince kendinizi sol-Kemalizmde bulabilirsiniz. Aslında ana motivasyon ilk dürtüleriniz, ilk tercihlerinizdir. Belki de hiç sosyalist olmadınız ama farkına varamadınız. Amacınız bir şekilde Batılılaşmak idi, bu yolu tercih ettiniz. Önünüze engeller çıktığında da o yolda ilerleyen en yakında gördüklerinize yavaş yavaş yanaştınız ve bir süre sonra ona dönüştünüz. Zira sizi ona yanaştıran daha önceden tanımladığınız “düşman kültürler” mevcut idi. Bunları sosyalist jargonla tanımlamak ile bir süre sonra Kemalist terimlerle nitelemek arasında çok da fark yoktur. Amaç sizin en baştaki motivasyonunuzun devamıdır. İşte bugün bunun muhafazakar karşılığını yaşamaktayız. En başta konan altı dolu olmayan mega idealler hala geçerli. Onların karşısında yer alan alt kültürler mevcut. Sizden birileri de muktedir olmuşlar. O, iktidar oyununda günden güne daha fazla mutlak güce oynarken, siz farklılıklarınız olsa da sürekli tahammül çıtasını yükselterek başkalarına karşı onu kollamayı sürdürmektesiniz!

İçler acısı, vicdan kanartıcı, adalet duygusunu örseleyici

Dayanılası bir durum değildir bu. Bir yandan benden olan muktedirler hatalarını günden güne artırırken, bu duruma benden olmayanlar yüzünden çok fazla tepki veremiyorum. “Tepki vereyim ama ona da bir şey olmasın” şuuraltıyla hareket ettiğim için tepkilerim ya hiç duyulmuyor ya da çantada keklik görüldüğüm için umursanmıyor. Bu arada benden olmayanlar da ciddi zeminler kazanıyorlar. Çünkü hukuki ve ahlaki meşruiyeti günden güne daha da yitiren muktedirler yüzünden alan genişletiyorlar. Ya iktidarın yamacında duruşumu sorgulayacağım, mesafemi koyacağım ve bunu yaparken de zorunlu olarak (ve ahlaken) eleştirilerimin dozajını artıracağım ya da korkularımı öne sürerek muktedirin milyonların hayatını etkileyen determinist/yazgısal (ve bunların türevi olan hukuki ve ekonomik) hatalarından daha çok “öteki”leri hedefe koyup muktedire daha fazla yanaşacağım. İkincisini yaptığımda bu beni her defasında, beni buna tercihe zorlayan sebepler çıtasını yükseltmeye götürecek ve sonunda başkalaşım gelecek. Güçlü olan benim kültürümden olan muktedir olduğuna ve bana da kulak verecek kadar değer vermeyip bildiğini okuduğuna göre buna katlanacağım, kol kırılır yen içinde kalır diyeceğim, bağrıma taş basacağım, kapalı kapılar ardından onun cürümlerini konuşup günah çıkartmış olacağım, sorumluluğu üzerimden attığımı zannedeceğim. Bir de aynaya bakacağım “ben” dünkü “ben”miyim diye.

“Dünyayı İmar” Mega İdealine Ne Oldu?

Yeryüzünün halifeleri olduğumuza inanan, dünyaya belli bir amaçla geldiğine iman etmiş bizlere ne oldu da bu hallere düştük. Tarihteki Mevali/Köle isyanlarında falan kimbilir ne cibiliyeti bozuk, motivasyonları farklı farklı insanlar vardı ama bu durum isyana sebebiyet verenlerin büyük günahlarını ortadan kaldırır mıydı? Hangimiz bugüne dek onları “biz” diyerek sahiplendik. “Siyaset işte oluyor böyle şeyler” mi dedik yoksa sebeplere, çiğnenen ilkelere, bizim de aynı hataları yapmamamıza mı odaklandık? (Bunu okuyan muktedir yanlısı bir zihnin “ne ilgisi var ?” dediğini duyar gibiyiz. Halbuki teşbih yapıyoruz. Bir türlü konuşulamayan adalet, hukuk, yargı, ekonomi, sağlık, tarım vb. alanlardaki sorunlarla karşılaştıralım o zaman. O sorunların altında ezilen kitleleri ve bunlara yol açanların umarsızlıklarını, pişkinliklerini gözümüzün önüne getirelim)

Kimlik, aşiret, cemaat, akrabalık, yakınlık, kültür ne zamandan beri herşeyin önünde tutulur oldu. Ne zamandan beri korkularımızın ve bekamıza dönük endişelerimizin en ön safa yerleştirilmesi meşruiyet halesi için yeterli görülür oldu. (O halde bu topluma neden kızıyoruz ki? Onlar da iktidar öyle buyurduğu için korkuyorlar. O korkuların serdedilme biçimine kızmamız, korku hissiyatının gerçekliğini ortadan kaldırmaz. Herkesin kendi seviyesine uygun korkuları vardır. Mesela medyaya vurmak kolaydır. Riski de azdır. Ama medyatörler yönetmenin, senaristin, sahneyi inşa edenin yanında sadece sahnedeki aktörlerdir. Aslolan, habitatı kimin hangi saiklerle oluşturduğudur. Odaklanılması gereken budur!)                 

Zannımızca olması gereken şudur: Biz üzerimize düşen herşeyi ilkeler nezdinde yerine getiririz; muhalif olmanın ilkelesel düsturlarını yüceltiriz; sorumluluklarımızı bihakkın yerine getirir ve gerekirse bunun bedellerini de öderiz, ondan sonra kim hangi fesadı yaygınlaştırıyorsa bunun hiyerarşisine uygun bir yürüyüşü rehber edinmiş oluruz. Görünür oluruz, adil şahitlerden oluruz. Herkese söz söylemek, sözü yerinde ve ağırlığınca ifade etmek, ifade edildiğinde inanılır/güvenilir olmak ancak böyle mümkün olur.

Çok iyi biliyoruz ki, “Dünyayı İmar” misyonu en yakınlardan başlayarak dalga dalga her yana yayılması gereken bir ıslah çabasıdır. Asla bir siyasal mühendislik değildir. Gönüllü katılımı içrektir. Dileyen gelir dilemeyenle de hukuk belirlenir. Bu bazen dışarıda kalanların tutumuna göre “karşıtlık hukuku” olur bazen de “dost hukuku”, birarada yaşama bilincini geliştiren bir tavır. Ama hepsinden önce “Dünyayı İmar”ın ne anlama geldiği, altının nasıl doldurulması gerektiği, bireysel, toplumsal, siyasal hatta üst organizasyonlar bağlamında hangi alanların zincirleme birbirine bağlı olduğunun keşfi ve tanımını gerektirir. İnsanlık tecrübesinden hukuksal, siyasal, toplumsal birikimler bağlamında faydalanmayı da kapsar. Doğru sorulara bedel ve emek isteyen doğru cevaplar üretmek yerine sloganik olarak “inşa edilmesi gereken” kızıl elmalara odaklanırsak, öncelikle sorumluluğumuzu tam olarak yerine getirmemiş oluruz. Bunun neticesi olarak da taklitçi metodlarla hakedilmemiş bir güç arayışına girer, o gücü hasbelkader -bizim adımıza da- edinmiş bize yakın unsurlarla metazorik bağlanma içine girer ve onlarla birlikte sarmalın içinde debelenip dururuz. Doğru bir kızıl elma yürüyüşü, azar azar bizi araçları amaç edinmeye, gerçek hedeflerden uzaklaşmaya, varolan birikimleri eğrisi doğrusuyla korumaya, özeleştiriden uzaklaşmaya, donukluğa ve hamasete iter. Milliyetçiliğe karşı oluruz ama aslında benzer bir türü farklı yollardan ürettiğimizi göremeyiz. Beka siyasetinin uzamları bize çirkin görünür ama biz de kendimiz adına üretilen beka ikliminin terbiye olmasına müsaade etmeyiz. Sınırlı alanlarda geçerli olan hususlarda bir iç hukuk, iç iklim üretir ama “kendi yanlarında olanla sevinmekteler” ayetindeki uyarıyı özümsemekten uzak bir ruh haline düçar oluruz. İsrailoğulları kıssaları bize hep uzaktan çalan davulun sesi gibi gelir.

Kendimize daha fazla zarar vermeden, toplumun da hiçbir kesimine yaramayan aksine zararlar veren ama en başta da bizi biz olmaktan çıkarmaya namzet bu sarmaldan çıkmalıyız. Devletin “ateş koru”nu tutmaya şevkli olanları yasak ağaca yönlendirip teslim alması gibi, bizler de bu günaha ortak olmamalıyız.

Yatıp kalkıp Kemalizm eleştirileri yaparken bu iktidarın Kemalist kodların tümünü muhafazakar-dindar bir literatürle yeniden inşa ettiğini görebilmek için ancak yukarıdaki pasajlarda irdelediğimiz şuuraltına odaklanmak gerekmektedir. Kelimeler, ideolojiler farklı gibi görünse de zihniyetsel ve bilahare fiili bağlamda otoriterleşme, yozlaşma, despotizm sarmalının yasaları ortaktır. Kim buna ram olursa o ateş onu yakar. “Zulmedenlere en ufak bir meyil duymayın” ayeti bizlere yol gösterici olmalı. Esedçileri, İrancıları, Rusçuları vb. önce yavaş yavaş içine çeken, sonra da bataklığa gömen ve kendine benzeten sarmaldan sadece “İslami kimlik” diyerek çıkamayız. “İranlaşmak” ya da “İranileşmek sendromu”na karşı pür dikkat kesilmeliyiz. “Her ne pahasına” diyerek nasıl bir karanlığın içine çekildiğimizle yüzleşmek zorundayız. Kemalistleşmek, Farısileşmek ya da bugünkü otoriteryanizmin içine çekilmek arasında ipince çizgiler var. Yok aslında birbirinden farkları. Aynı kodlar, aynı metodlar, aynı mukadderat. Buradan çıkışın yasaları da belli. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEHMET ŞİMŞEK İLE HASBİHAL

  Sayın Şimşek sözlerimiz size, tekil olarak şahsınıza. Geleceğinizi duyduğumuzda tüm ümit kırıklıklarımıza, tüm birikmiş öfkelerimize rağmen nasıl da umutlanmıştık. İşinin ehli, rasyonel politikalara yol verecek, gelirken kimbilir ne pazarlıklar etmiş, birilerine rağmen göğsünü entrikalara siper etmiş, mevcut sistemin tüm olumsuzluklarının sürdüğünü bildiğimiz halde, doğru bildiklerinden asla taviz vermeyecek idolümüz olmaya adaydınız! Yalnızca biraz zamana ihtiyacınız vardı ki ondan da bizde bolca vardı. Son yedi yılı yara berelerle atlatmış gaziler olarak, ümitlerimizin kırıntılarını tane tane toplayıp soframıza koyacağınızı dört gözle beklemekteydik! Bizi seraptan uyandıran şey Meclis konuşmanız oldu. Tüm “acabalar”a rağmen artırmaya çalıştığımız umutların bir kez daha törpülenmesine sebebiyet verdi. Onca yaşadığımız kabustan sonra zihinlerde “Rasyonel politikalar gütmeye çalışan bir teknokrat” olarak kalmanız iyi olurdu. Selefleriniz kötü yönetime beceriksiz siyasetlerini ...

Aliya! - Acilen anlaşılmayı bekleyen tecrübe ve bilgelik 19.10.2020

Onun, yarım asırdan fazlası bir yana, özellikle otuz yıl önce yaşadığı tecrübelerin ona kattıklarından damıtılmış sözleri, uyarıları, teklifleri hala anlaşılmayı bekliyor. Hangi siyasal süreci yaşarsanız yaşayın, bir evresinde karşınıza o çıkıp size çağdaş dünyada nasıl, hangi ölçütlerle düşünmeniz ve davranmanız gerektiğini hatırlatıyor. Savaş ya da barış şartları farketmiyor. Coğrafyalar anlamsızlaşıyor. İyi ve güzel olan herşeyin adını İslam koyuşu mesajını da evrenselleştiriyor. İki kaynağa dayanıyor: Biri vahiy ve kültürü, diğer insanlık tecrübesi. Tümünü tevhid akidesinin çağdaş yorumlarında mezcederek Müslümanlara ve insanlığa sunuyor. Ontoloji, epistemoloji, ahlak, siyaset, hukuk, felsefe; tümü birden onun yaşam alanından süzülerek gelen erdemlerin işe yarar, dişe dokunur şekilde harmanlandığı bir gerçeklik alanı olarak neşvünema buluyor. Boşa konuşmadığını, “felsefe” yapmadığını, “reel siyaset”in nefsine hoş gelene taviz vermediğini hayatı ispat ediyor. Yaşamadığını önermediği...

İktidarın Son Hamlesi ve Muhalefet 20.11.2020

Normalde bir ülkede beklenen, -bu gerçek bir seferberlik ise eğer- siyaseti ve medyasıyla öncelikle iktidarın bunu yukarıdan aşağıya bir strateji içerisinde gerçekleştirmesiydi. Böyle olmadığı, olamayacağı açık. O halde muhalefetin burada ciddi bir rol üstlenmesi gerekiyor. 20 KASIM 2020 Devamı: https://www.perspektif.online/iktidarin-son-hamlesi-ve-muhalefet/