Ana içeriğe atla

Başkanlık sistemi olmasaydı 31.01.2021


Yönetim krizi oluşturan koalisyonlar olmayacaktı. Kararlar çarçabuk alınacak, hızlı yönetecektik. Ekonomi uçacaktı. “Üst akıl” operasyonlar yapamayacaktı. Geniş muhafazakar kitleler hep kendi içinden bir cumhurbaşkanı çıkaracaktı.

 

Aynı hesabı Ertuğrul Özkök yaklaşık yirmi üç sene evvel yapmış ve yazmıştı: “Refah yüzde yirmi ile yanına bir ortak bulup iktidar oluyor; laikler ise yüzde seksen. Başkanlık sistemine geçersek sittin sene gelemezler. Biz de kaygılanmaktan, hop oturup hop kalkmaktan kurtuluruz” mealinde.

 

Geldiğimiz noktaya bakın. Bırakın koalisyon olmamasını üç, ne üçü dört parti yetmiyor. Yanına beşinci aranıyor. “Hızlı yönetmek” denen arkaik yöntem çoktan çağdışı ilan edilmiş, ortak akla ve aklı selime başvurarak “geç olsun güç olmasın” sistemi bütün bir Batılı demokrasilerin postulatı haline gelmişti bile.

 

Oysa “hepsini kazan” formülüne dayalı Başkanlık hırsı olmasa ve Davutoğlu Başbakan olarak kalsa, bugünkü gibi halkın genleriyle oynayarak, onu sürekli gerilim içinde tutarak, milliyetçileşme çıtasını yükselterek, “güvenlikçi” bir siyasete ram olmak zorunda kalınmayacak; önüne geleni “terörist ilan etmek”, “ya benimsin ya düşmanın” gibi toplumda travmalara yol açan bir siyaset izlenmek zorunda kalınmayacaktı.

 

Ekonomi, hukuk ve yargıda bu yaralar açılmak zorunda kalmayacak, farklı sebeplerden ötürü oy kayıpları yaşansa bile koalisyonlarla ilerlemek mümkün olacaktı. Saadet gibi partilerin de yer alabileceği o koalisyonun içinde MHP olsa bile bu derece şahinleşemeyecek, sorunların çözümünde kavga dövüş olsa bile en azından rasyonel akıl ve vicdandan bu derece uzaklaşmaya gerek kalmayacaktı. Meclis daha güçlü olacak; denetim kurumlarının ayarları bozulmamış olacak, hele ki en başta kuvvetler ayrılığı öyle ya da böyle bugünkünden daha adil bir mahiyete sahip olabilecekti. Böylelikle sistem esnetilebilecek, toplumsal talepler havada kalmayacak, toplumun farklı kesimlerinin temsil dışı kaldıkları hissiyatıyla yaralar açılmamış olacaktı. Koalisyonun devamı için ifade özgürlüğü başta insan haklarını bu derece hiçe saymaya gerek kalmayacaktı. Hele ki şu “tek başıma yöneteyim” hırsı gözlere perde indirmemiş, ayak oyunlarına başvurmamış ve AK Parti içi bir darbeye tevessül etmemiş olsaydı Davutoğlu partiden ayrılmak zorunda kalmayacak, görevine bihakkın devam edecek ve özellikle 3Y ile mücadele konusunda yasalar çıkartıp siyasetin bozuk kültürüne neşter vuracak ve bir temiz siyaset dönemi için ülkenin makus kaderini önemli ölçüde değiştirebilecek adımlar atılmış olacaktı. Siyasal partiler yasasından şeffaflaşmaya, imar rantının engellenmesinden denetim mekanizmalarının ve kurumların güçlendirilmesine kadar bir dizi ‘devrim’ diye niteleyebileceğimiz yenilik ülkeye kazandırılmış olacaktı. Böylelikle halk, onaylamak için can atacağı bu değişimi destekleyecek, konsolidasyon siyasetinin kurbanı olarak kirlenmek ve yolsuzluk, kötü ekonomi, adaletsizliklere rağmen bir partiyi desteklemek zorunda kalmayacak; sırf “ya onlar gelirse” şeklindeki kimliksel korkular yüzünden yanlışları meşrulaştırıp onaylamak zorunda kalmayacaktı. Belki teşkilat ve belediyelerde uzun yıllar iktidar olmanın getirdiği tortulaşmalar yine olacaktı ama bunları sahici biçimde ıslah etmenin olanakları elde bulunacak, bugünkü gibi göz yumularak yozlaşma kültürü daha da beslenmek zorunda kalınmayacaktı.

 

Bürokraside nitelikli kadrolardan daha fazla istifade etmek mümkün olacak, liyakatın yerine sadakat dürtüsü almayacak, yetişmiş insanların ve toplumun sinerjisi baltalanmamış olacaktı. Böylelikle AK Parti bu devrim niteliğindeki değişikliklere olur veren kitleler sayesinde oyunu artırmış olacak, belki de koalisyonlara bile ihtiyaç duymadan tek başına iktidarını da sürdürecekti.

 

İç ve dış farklı sebeplerden ötürü sorunlar yaşasak da bunları absorbe etmek kolay olacak, bir gün yüksek perdeden popülist çıkışlar yapıp ertesi gün iki adım geriye düşme dengesizliği söz konusu olmayacaktı. Basın ahlakı bu derece yerlerde sürünmeyecek, soru sorma ve eleştiri kültürü bu şekilde tırpanlanmak zorunda kalmayacaktı. İktidardan gitmeme adına teamülleri altüst etmek, hukuk dışı yollara tevessül etmek, hukuku olabildiğince zorlayarak muhalefete her türlü engeli çıkartma “zorunluluğu” hasıl olmayacaktı.

 

Dışarıda güçlü olmanın önce içeride güçlü olmaktan geçtiği iyi kavranacak; bu gücün de toplumda güveni tesis eden hukuk devleti olmaktan başka bir anlama gelmediği unutulmamış olacaktı.

 

Maalesef mevcut sistem iktidarın ayarlarını tamamen bozmakla kalmadı; muhalefeti de kodlarını değiştirmeye zorlayacak fırsatlardan alıkoydu. Alıkoymak ne kelime, bir zamanlar o muhalefete rağmen Türkiye’yi değiştirmek için yola çıkmış kadrolar şimdi konsolidasyon adına “sen işçisin işçi kal” politikasından başkasını topluma sunamıyor.

 

Önce Ertuğrul Özkök yanlışlandı, sonra Bahçeli ve Erdoğan. Davutoğlu’nu “sen de o hikayenin içindeydin” diye görenlerin fazla olduğunun farkında olarak şunu belirtmek gerekir ki “evet oradaydı ama karşısındaki güce rağmen değiştirmek istedi”. Hem de sadece AK Partiyi ve kaderini değil, bütün bir ülkenin makus talihini. Çünkü o inkılaplarla siyasi partilerin de kodları değişecek, bunun topluma yansımaları olacak, toplum da kendisini yeni sisteme uygun biçimde mahallelerden teşkilatlara kadar yenilemek durumunda kalacak, belki de bugün ideal manada tasvirini yaptığımız siyasal kültürel dönüşümlere kapı aralanmış, hatta bir hayli yol alınmış olacaktı.

 

Başkanlık sistemi sadece gücü tek elde toplamak, OHAL rejimi ihdas etmek, kuvvetler birliğine dönüş yapmak, adaleti baltalamak, nepotizmi çoğaltmak, bir kapalı rejime doğru rotayı çevirmekle kalmadı, aynı zamanda eski Türkiye raconuyla herkese yerinde durmayı, kıpırdamamayı, değişmemeyi, fay hatlarının siyasetin emrine amade kılınmasını dayattı. İnsanların geleceğe ait umutları sadece virüs ile değil bu salgınla da baltalanmış oldu. İçinde yaşanılan sisteme umutsuzluk ve güvensizlik salgını.

 

Başkanlık sistemi, muhalefete mesafeli olduğu için kendisini hala desteklemek zorunda kalan kitlelerde de ya umudu ve güveni sarstı ya da onları da kendisine benzetti. Yaşanan kötü gidişat ile başkanlık sistemi arasındaki korelatif ilişki hala geniş kesimlerce kurulabilmiş değil.

 

O yüzden, bu sistemden çıkış için seçimlerin beklenmesi ülkeye her saniye daha fazla zarar verecektir. Ülkenin dörtlü-beşli koalisyon arayışları ve matematiksel “kutsal ittifak”lar kurarak bir dönem daha bu sistemle gitmeye zaten takati kalmamıştır. Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığında kurulacak geniş katılımlı bir masa, anayasal değişimi ve referanduma gerek kalmadan bu sistemden çıkışı sağlamalıdır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEHMET ŞİMŞEK İLE HASBİHAL

  Sayın Şimşek sözlerimiz size, tekil olarak şahsınıza. Geleceğinizi duyduğumuzda tüm ümit kırıklıklarımıza, tüm birikmiş öfkelerimize rağmen nasıl da umutlanmıştık. İşinin ehli, rasyonel politikalara yol verecek, gelirken kimbilir ne pazarlıklar etmiş, birilerine rağmen göğsünü entrikalara siper etmiş, mevcut sistemin tüm olumsuzluklarının sürdüğünü bildiğimiz halde, doğru bildiklerinden asla taviz vermeyecek idolümüz olmaya adaydınız! Yalnızca biraz zamana ihtiyacınız vardı ki ondan da bizde bolca vardı. Son yedi yılı yara berelerle atlatmış gaziler olarak, ümitlerimizin kırıntılarını tane tane toplayıp soframıza koyacağınızı dört gözle beklemekteydik! Bizi seraptan uyandıran şey Meclis konuşmanız oldu. Tüm “acabalar”a rağmen artırmaya çalıştığımız umutların bir kez daha törpülenmesine sebebiyet verdi. Onca yaşadığımız kabustan sonra zihinlerde “Rasyonel politikalar gütmeye çalışan bir teknokrat” olarak kalmanız iyi olurdu. Selefleriniz kötü yönetime beceriksiz siyasetlerini ...

Hoca derslere devam ediyor (2) 05.06.2020

“Bugün, Türkiye’de bir ekonomik kriz yaşadığımız için siyasal kriz yaşamıyoruz. Tam tersine,  bir siyasal kriz, hukuk krizi, adalet krizi ve en önemlisi yönetim krizi yaşadığımız için ekonomik kriz yaşıyoruz.”   Hocanın 1 Haziran konuşmasındaki bu sözleri hukukun keyfileşmesi, adaletin erimesi, özgürlüklerin baskı altına alınmasının ülkelerin ekonomik ve sosyal krizlere kapılmasındaki sebep-sonuç ilişkileri yasasını özetliyor. Sebepler zincirinin sonucu olan siyasal krizler ekonomik yönetimindeki çelişkileri de, krizleri de tetikleyip derinleştiriyor.   Bu meyanda virüs salgınıyla literatüre girip kullanılan “normalleşme” olgusunun, sadece berberlerin, AVM’lerin açılmasına atfen değil, memleketin diğer sorunlarıyla bağlantılı sadra şifa yönelimler için vesile kılınması niyazıyla ilkesel boyutta irdeliyor hoca:   “Bu nedenle, normalleşme kavramını ülkenin nefes borularının açılması, dinamizminin önündeki engellerinin kaldırılması ve gençlerimizin yaratıcılığını körelt...

'Koronavirüs ve Göçmenler' raporu 05.04.2020

Korona günlerinin mağdur kesimlerinden biri de hiç şüphesiz ki göçmenler. Hele ki evlerinde ol(a)mayan, sınırlarda, göç merkezlerinde, kamplarda bulunanlar açısından olduğu kadar, evlerinde oldukları halde çalışma imkanları olmayan, hastaları bulunan, geçim imkanı bulunmayıp muhtaç halde olanların durumu daha da zor. Dile kolay, dört milyon civarı insandan söz ediyoruz ve bunların önemli bir kısmı toplumun dezavantajlılar katmanında.   Bugünlerde özellikle irili ufaklı sivil yardım kuruluşlarının -kendi canlarını da riske ederek- ortaya koydukları çabalar gerçekten takdir edilesi. Ancak bazen onların da yetersiz kaldıkları çok fazla örnekle muhatabız. Geçenlerde partimiz kurucularından Fatma Aydın Ataş hanımefendinin haber alıp yanlarına koştuğu down sendromlu çocuklarının da olduğu bir ailenin durumu içler acısıydı. Öylesine ki, yanan evlerinden kalan hiçbir eşyaları da olmadığı halde, Suriyeli komşularının verdikleri ödünç eşyalarla durumlarını idame etmekteydiler. Sağolsun Fatma...