Temiz
Siyaset Belgesi
Geçtiğimiz
çarşamba günü Gelecek Partisi kurmayları, Ankara Bilkent Otel’de “Siyasi Ahlak
Reformu, Temiz Siyaset Belgesi”ni kamuoyuyla paylaştılar. Türkiye açısından
tarihi öneme sahip bir çalışmadan söz ediyoruz. Bu belgenin içeriğinde yer alan
hususların beş yıl önce kanunlaştırılarak hayata geçirilmek istenmesinden ötürü
bir başbakanın parti içi bir darbeyle devrilmesine sebebiyet vermesi de
meselenin bir başka trajik boyutunu oluşturmaktadır. Şimdi o başbakan başka bir
parti kurarak yoluna devam etmekte. Hedefler aynı. Daha önce kendisine “Bunları
kanunlaştırırsak ilçe başkanı bulamayız” zihniyetiyle karşı koyanlar ise
kendileriyle birlikte ülkeyi de kritik eşiklerin sonuna getirip dayandırdılar.
Bu belgenin içeriğindeki hususların uygulanmasının da bir hayli zaman alacağı
düşünüldüğünde, ülke olarak nereden baksanız yaklaşık bir on yıl kaybettiğimiz
söylenebilir. Oysa hem yapısal açıdan sistemik bir devrimden, hem de toplumsal
ıslah açısından değer içeren maddeler manzumesinden bahsediyoruz. Devlet
yönetmenin de, siyasetin kodlarını dönüştürmenin de, siyasi ahlaka bakışın
zihniyetsel evrimine de bu yoldan başkasıyla ulaşmak mümkün değil. En azından
insanlık henüz daha iyisini üretebilmiş değil.
Önemini bir
parça kavratabildiysek, buradan belgenin içeriğine geçebiliriz. Hangi alanlarda
neler yapılması lazım ki arzu edilen yönetim biçimini sağlayabilelim.
VATANDAŞLARIN
DEVLETE EMANETİ OLAN KAMU MALİYESİ, PARA POLİTİKASI, KAYNAKLARIN KULLANIMI:
ZİHNİYET VE AHLAK DEVRİMİ
Vatandaşın
devlete emanetlerini içeren kamu gelirlerinin üretken ve adil kullanımı
anlamına gelen kamu, kamu kaynakları ve kamu politikaları bütçe yapma hakkı;
kayıt dışılıkla mücadele için ‘emek barışı’; vergi teşvikleri, adil ve şeffaf
kaynak desteği; yolsuzlukların önlenmesi için ‘mali şeffaflık’; kamu malı
yönetiminin denetimi, etkinliği, şeffaflığı ve hesap verebilirliği; konularını kapsamaktadır.
Belgede
israf, itibar yolsuzluğu ve kamu gücünün özel çıkarlar için kötüye
kullanılması; rüşvet, yolsuzluğun nihai muamelesi olarak tanımlanmakla
birlikte, bunları engelleyici, düzenleyici ve denetleyici kurumlara yer
verilmiştir. Bütçe dışı fonlar ve Varlık Fonu da denetim dışı kamu kaynağı
kullanımı çerçevesinde değerlendirilmiştir.
HAKSIZ
KAYNAK TRANSFERİ: KAMUNUN ZENGİNLEŞME ARACI OLMASININ ENGELLENMESİ
Bu başlık
altında şeffaflık ve rekabetçilik ilkelerine uymayan KAMU İHALELERİ, rant
düzenini tıkayacak olan İMAR KANUNU, gelecek nesilleri borçlandırmak anlamına
gelen ve şeffaflığı tartışmalı Kamu-Özel İşbirliği (KÖİ) Projeleri ve
yandaşlara değil, üretken ekonomiye, istihdama ve ar-ge’ye destek olarak
verilmesi gereken TEŞVİKLER konusu irdelenmektedir.
SİYASETİN
MEŞRU FİNANSMANI başlığı
altında SİSTEMİK YOLSUZLUĞUN ENGELLENMESİ konusu masaya yatırılmaktadır. Şeffaf
ve adil siyasi rekabet açısından siyasi partilerin gelir giderleri, şeffaf ve
hesap verebilir bir düzen oluşturmanın imkanları ve zorunlulukları
irdelenmektedir.
KAMU
İSTİHDAMI AHLAKI’nı içrek olarak EHLİYET VE LİYAKATA DAYALI FIRSAT EŞİTLİĞİ
bölümüyle birlikte son olarak TEMİZ SİYASETİN TEMİNATI olarak DENETİM VE HESAP
VERİLEBİLİRLİK başlığı altında, bunları sağlayacak TBMM, Cumhurbaşkanlığı
Devlet Denetleme Kurulu, Sayıştay, Kurumiçi idari denetim birimleri gibi
kurumsal hafızası da olan denetim mercilerinin yanında bağımsız kurumların
işlevsizliğine de değinilmiştir.
Sonuç
bölümünde, ülkedeki yozlaşma sürecinin ilk düğmesi olarak görülen “siyasetin
finansmanı” konusu, ilk düğmenin yanlış iliklenmesi metaforu üzerinden
değerlendirilmektedir. Doğru iliklendiğinde, ekonomik yozlaşma ve
yolsuzlukların büyük ölçüde engellenebileceğine vurgu yapılmaktadır. Bu
meselenin bir tarafıyla kolay görünmekle birlikte, diğer taraftan karmaşık kamu
idaresi ve iktisadi süreçleri bütüncül bir bakış açısıyla ve sürdürülebilir
şekilde yönetmeyi de zorunlu kıldığının altı çizilmektedir.
Maliye
politikalarının sadece üretken değil, adil kullanımının gerekliliği ve
farkındalığı önemlidir.
Sonuçta, hem
vatandaşın haklarının tesis edilmesi, hem insan onuruna yaraşır bir düzenin
teminin, hem de “emanet” olarak adlandırılan kamusal faaliyetleri adil şekilde
yürütebilmek için, yolsuzluğu önlemek gibi yasal ve kurumsal düzenlemelere
gitmenin ötesinde, orada biriken kaynakların doğru, üretken ve adil kullanımı
da bir o kadar önemlidir.
Tabii bu
taslak belgede yer alan tüm unsurlar aynı zamanda bir zihniyet devrimini de
gerekli kılmaktadır. Kurumlar kadar toplum da bu konuda istekli ve şevkli olmak
durumundadır. Bu yapısal devrimlere inanmakla birlikte, hem hayata geçirilebilir
oluşlarına inanç, hem de bu işe aday olanlara güven, meselemizin zor olan
kısmını oluşturmaktadır. Teknik ya da ahlaki olarak herkesin üzerinde hemfikir
olduğu konuları birilerinin hayata geçirebileceğine inanıp inanmamak. Buradaki
tercihlerimiz de elbette yazgımızı belirleyecektir.
Lakin temiz
bir siyaset ve temiz bir toplum için başka reçetemiz de yoktur.
Bu
özet-giriş tanıtım yazısı olsun. Bu konuları detaylandırarak irdelemeye devam
edeceğiz…
İlgili yazılar
Habitat-Ahlak
İlişkisi https://ankaraekspresi.com/makale-habitat-ahlak-iliskisi-596
Dünkü KararTV yayınında Ahmet hoca çok
önemli bir konuya parmak bastı.
“Neden ‘yolsuzluk’ kelimesi ya
da ‘yolsuzlukla mücadele’ artık kullanılmaz oldu?” sorusuna ilişkin
“Yolsuzluğun tanımının kalmadığı”ndan bahsetti.
Gerçekten de öyle bir dönem
yaşıyoruz ki, kamu düzeni ve ekonominin işleyişinde “normal” görülen meseleler
“anormal”in ne olduğuna ilişkin haritayı adeta buharlaştırdı. Meşru olan ile
gayrı meşrunun arasındaki çizgileri flulaştırdı. Mihenk taşı payesine kavuşması
gereken hususlar “kimlikçi” atmosferde zaaf ve güç yitimi gibi algılanır oldu.
Dolayısıyla, halihazırdaki
iktidarın herhangi bir nepotik, kuralsız ya da kuralları istediği gibi eğip
büken tavrı gerekli, doğru, olmazsa olmaz türünden görülür hale geldi. Sorun
olarak ifade edilen hususlar muhalif olunduğundan ötürü söylenen, gücü törpüleyen,
bekaya zarar veren, “savaşta düşmanın elini güçlendiren” hamleler hanesine
yazılır oldu. Tüm bunlar bir zihniyet halesi oluştururken, tüm detaylar, tekil
olaylar, olduğunda şaşırtan gelişmeler, olması gereken “habitat”ın tarumar
edilmesi, tespihin dağılması, toplanması için gösterilen yol, yöntem, ilkelerin
tahfif edilmesi reaktif tutumunu besledi.
Bir şeye neden ve hangi ölçüye
göre “yolsuzluk” deriz. Yolsuzluk, bir sebep midir, yoksa habitatın ortadan
kalkması sonucu oluşan bir sonuç mu? Kamu malına ganimet gibi bakmak, üzerinden
istediğiniz gibi tasarruf etmek, mülkü oradan buraya keyfe keder taşımak, bunun
hesabını hiçbir kişi ve kuruma vermemek seçilmiş bir iktidar olmanın “normal”i,
çağlar boyu tecrübe olarak insanlığa kalan bir miras, bir hak mıdır?
Mazeretler
silsilesi
Bugün, inşa edilmeye çalışılan
“sistem” karşısında, olması gereken “habitat”ı işaret edenlere karşı en kolay
savunu şekilleri şunlardır:
-Bunlar uzak-yakın geçmişte de yaşandı.
-Geçmişte, atanmışların vesayetinden
çok çektik, bunlardan kurtulmaya çalışıyoruz.
-Sistemin öngörmediği bir şey
yapılmıyor. Sonuçta bu anayasal değişikliğe referandumda halk “evet” dedi.
Oradaki yetkiler kullanılıyor.
-Ekonomide tek bir yol-yöntem yoktur,
her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır.
-Bugün sırf muhalefette oldukları için
eleştirenler, dün de gelecekte aynı yetkileri kullanmaktan imtina
etmediler/etmeyecekler.
İktidara destek verdiği halde
insaf sahibi olmaya çalışanların eleştirileri ise “bu kadarı da fazla”
kabilinden, sistemsel olmaktan uzak, mihenk taşı, kurallılık ve tecrübeden
azade bir şekilde yapılmaktadır. Üstelik açıktan değil, kapalı kapılar ardından
yapılan “bunu da mı görecektik” ölçüsüzlüğüne dayalı eleştirilerdir bunlar.
Sahip olunan imkanların bu şekilde yanlışlar içine girilerek heder edileceğine
dair bir karamsarlığın, umut yitiminin ötesinde bütüncül-sistemsel-ilkeler
bütününe dayanan yapısal bir vizyona dayanmamaktadır. Dolayısıyla, toplumu ve
katmanlarını da zehirleyen gidişatın görünen sonuçlarına, mesela
“milliyetçiliğin artışı”na, mesela “resmi ideolojinin ağırlıklı geri dönüşüne”,
mutlak itaate dönüşen kişilere sadakatın kişisel ve samimiyetsiz görüngülerine,
eğitim, Kürt sorunu gibi alanlardaki bildik ezberlerin tekrarını sağlayan bir
“ahlakçılık” düzleminde yapılan sınırlı-yüzeysel eleştiriler. Aslında,
habitatın tamamen ortadan kalkışının derin sebepleri üzerine düşünmekten imtina
eden, bazen güç yitimi korkusunun getirdiği bile isteye, bazen de bu konulara
hiç kafa yormamışlıktan ya da sistemli düşünmeyi becerememekten kaynaklı bir
eleştiri düzeyidir bu. Sadra şifa olmaması bir yana, hastalıklı durumun sürgit
devamına dolaylı bir destek anlamına da gelmektedir. Bazen, kişiler değişse
bazı şeylerin değişebileceğine inanan, halen arkasında durduğu aktörlerin
habitatı tarumar eden karar ve yönetişim tarzlarının sorunun kökenini
oluşturduğunu kendisine itiraf etmekten çekinen bir zihniyetin yansımalarıdır
bunlar.
Toplumun ıslahını, ahlaki
umdeleri çok önemser! Ama bunların çağa uyarlanmış boyutlarını gündeme alıp
tespihin tanelerini birbirine bağlamadan bunun gerçekleşmesinin muhal olduğunu
ya kavrayamaz ya da geçiştirir.
Emanet ve
şeffaflık bilinci
Oysa iktidar/güç bir emanettir.
Hem halkın hem de Hakk’ın emaneti. Ona, emanet olduğu bilinciyle yaklaşılmamış
vesayetçi dönemlerin yaşanması, aynı bilinçsizliğin sürdürülmesini haklı
çıkarmaz. Adı üstünde emanet, kamuya ait olanın, kamu adına bir süreliğine
yönetimini içermektedir. Bu yönetimin doğru yapılması için de kadimden bu yana
insanlık bir takım kurallar keşfetmiş, üstelik bu kuralların bir kısmı ilahi
metinlerde de yer almış, geriye güncellenmelerine ilişkin fıkhetme, düşünme,
planlama, gereğini yerine getirme gayreti kalmıştır.
Şeffaflık ilkesi bunlardan
biridir. Sadece bu, diğerlerine bile ihtiyaç hissettirmeden eğitimden
ekonomiye, kamu düzeninin işleyişinden adalet ve hukuk sisteminin yapılanmasına
kadar geniş bir alanı kapsar. Sırf bu ilkenin işletilmesi bile, türevleri olan
denetim, hesap verirlik, öngörülebilirlik gibi asli unsurlarla birlikte bir
habitatın alt yapısını oluşturmaya zemin sağlar.
Mesela “vesayetçi çevreler bize
şu şu kurumlar üzerinden engeller çıkarıyordu” deyip o kurumların deneyimini ve
işlevselliğini yok etmektense yukarıdaki ilkeler mucibince ıslahına gidersiniz.
Bürokrasi vesayetini ortadan kaldırmak amacıyla örneğin müsteşarlıkları
tırpanlamak ya da DPT(Devlet Planlama Teşkilatı)’yi yok etmek çare değildir.
Aksine, devletin insan gücüne dayalı kurumsal tecrübesini ilkeleri
kavileştirecek, onları sağlamlaştırıp ideolojik kompartımanların kurbanı haline
gelmeyecek bir düzeneğe sokmaktır aslolan. Bürokrasinin tecrübesini -sözde-
Siyaset lehine tırpanlamak, liyakatli bürokrasinin boşluğunu sadakatli
tecrübesiz kadrolarla doldurmak değil, siyaset ile bürokrasi dengesini
kurabilmektir.
Hukuk sisteminin açık, net,
öngörülebilir ve istikrarlı olması ve bundan taviz vermemek, aynı zamanda
sağlıklı üretime, iç-dış yatırımların teşvikine, istihdam ve işsizlik
konularında verimli bir zemine yol vermektir.
“Bize daha önceki sistemde güç
sahiplerinin vermedikleri ihaleleri biz şimdi yandaşlarımıza verelim, ki
gücümüz pekişsin; dokunulmaz, sorgulanamaz, denetlenemez hale de gelelim” diye
düşünmek, sağlıksız işleyen sisteme çözüm değil, aksine sorunları artırmaktır.
Sayıştay ve Danıştay’ı kendi lehinize olmak kaydıyla etkisizleştirmek, sadece
sizin ömrünüzle sınırlı bir fatura çıkarmaz topluma. Yasalar kişiler için
yapıldığında, o kişilere de zarar verici, hatta nesilleri kuşatan ifsad
mekanizmalarını artırıcı bir işlev görürler. Verdiğiniz mesaj, “böyle gelmiş
böyle gider, her gelen denetimsiz ve hesap vermez şekilde kendine göre
düzenlesin” olur! Oysa habitatı ilkesel düzeyde korumak ve kollamak, kuralları
herkes için işler hale getirmek, makenizmaların denetimini istikrarlı kılmak,
şeffaflık ilkesinin tüm zamanlar için geçerli olduğu/olması gerektiğine dair
halka ve Hakk’a olan borcunuzu yerine getirmektir. Bunu yaptığınızda, kamusal
ahlakı da, adalet ahlakını da pekiştirmiş olursunuz.
İşte, daha pekçok veçhesiyle
üzerinde konuşulması gereken habitatı korumak, ancak doğru bilgi üzere hareket
edebilecek birikimsel/geleneksel tecrübeye dayalı kadroları istihdam eden
kurumların korunup kollanması sayesinde, ahlakı da koruma yolunda önemli bir
adım atmış olursunuz.
“Bizim beceremediğimizi elin Batılısı
nasıl beceriyor?” diye merak edilen husus budur. Tecrübi birikimleri koruyan
habitatı zedelemediğinizde, güvenli, şeffaf, öngörülebilir ortamı dikey ve
yatay olarak koruduğunuzda ve bütün bu adli ve mali sistemi ortak akla dayanan
müdahaleler dışında değişmeyen kurallara bağladığınızda, aslında bireysel ve
kamusal ahlakı garanti altına almış oluyorsunuz. Kim, neyi çiğnerse toplum
nezdinde ayıplanır ya da duruma göre çiğnediği şeyin bedelini hukuk karşısında
öder. Buna maruz kalmamak için insanlar ve kurumlar kamusal hukuka ve ahlaka
bağlı kalır ve bir süre sonra bu bir kültürel devinimi de beraberinde getirir.
İşte tarihin her devrinde insanlar, gücü ve yasaları kendi ramına kullanmaya
çalışanlara karşı, dokunulmaz kılınacak ama herkese de fayda getirecek bu
kuralların keşfi için çaba göstermişlerdir. Önce sınırlı sınıfların çıkarları
adına yol alınan bu konular, bilahare geniş kitlelerin lehine sağlama alınmış,
korunmuştur. Bunlardan daha iyisi üretilene kadar da insanlığın kamusal ahlak
ölçüsü bunlar olacaktır.
Hangi kimliksel angajmanlara
dayalı hangi toplumsal yapıya sahip olursanız olun kamu yönetimini emanet
olarak görmek, ehline tevdi edip liyakat esaslı kararların alınmasını sağlayıcı
mekanizmaları savunmak, denetimi, şeffaflığı, hesap verirliği, öngörülebilir
bir sistemi inşa çabası aynı zamanda ahlakı da savunmak anlamına gelir. Ahlakı
hamaseten savunup da bütün bunları görmezden gelen -sosyalist, muhafazakar,
dindar, Kemalist, sağ-sol-milliyetçi- kim olursa olsun aynı zamanda ahlaksızlığı
savunmuş olur. Dolaylı da olsa. Maharet, kerameti kendinden menkul kimlik(ler)i
değil, bu ilkesel habitatı savunmaktır.
Hocanın “ne solun sosyal adaleti
ne de liberalizmin vahşi önerileriyle değil…” dediği ve yeni bir zihniyet
dönüşümüne gereksinim olduğunu işaretlediği hususlar da bu tabloyu içrektir.
Buna karşı farklı bir reçetesi
olan varsa, elinde tersini ispat edecek veriler olduğunu iddia edecek cesarete
de sahipse bir adım öne çıkmalıdır. Ama bütün bunlarsız bireysel ve toplumsal
ahlakın da ayakta kalabileceğine dair fıkhi delilleri de cebinde getirmelidir.
Zihniyet,
Kurallar ve Ahlak
https://ankaraekspresi.com/makale-zihniyet-kurallar-ve-ahlak-566
Gelecek Partisi ekonomi kurmaylarından, 2008-2011
arası Merkez Bankası’nda başkan yardımcılığı yapmış, Borsa İstanbul A.Ş.’nin
eski başkanı İbrahim Turhan’ın KararTV’de yayınlanan programı bu yazının
başlığını attıracak içeriklere sahipti.
Sadece bir ekonomi sohbeti olmanın ötesinde ahlak,
adalet, üst normlar, zihniyet dönüşümü ve bütün bunların sosyo-kültürel
sindirimi üzerine arşivlik bir program oldu. Tüm ekonomik veriler, tablolar,
dönem karşılaştırmalarının ötesinde program, kurallar ve kurumlar olmadan
sadece yönetişim değil, adalet ahlakının da yok olacağı temeli üzerinden
yürüdü.
Hatta öyle ki, Bakan Albayrak’ın Çin’i kastederek,
‘demokrasi olmadan da ekonomik kalkınma gerçekleştirilebileceği’ni ima
eden “Dünyada en çok yatırım çeken ülkenin hangi ülke olduğunu
biliyorum ama bu ülkede demokrasi yok” sözlerini nakzetmeye dönük
İbrahim Turhan’ın veriler üzerinden delillendirmeleri ve Çin sisteminin
işleyişine dönük ortaya koyduğu tablo, aslında altyapısında ontoloji,
epistemoloji ve ahlakilik üzerinden yürüyen bir tartışmanın görünen yüzünü
oluşturmaktaydı:
- İnsanın özgürlüğünü olabildiğince sağlamaya çalışan adil bir sistemin
her alandaki üretimsel getirileri ve bunun karşısında insan onuru ve
özgürlüğünü hiçe sayan baskıcı bir sistemde sağlanan güçlenme ve büyümenin
bile nasıl bir çürüme, yozlaşma ve esaret içeren bir hayat iklimi
oluşturacağı,
- Kurumların tecrübi evrensel kurallara bağlı olarak istikrarlı,
öngörülebilir işleyişinin eminlik/güven sağlamada yegane kriter olduğu,
- Ahlakiliğin de kurallara ve üst normlara bağlı olunmak kaydıyla
garanti altına alındığı, hatta bunlara ilişkin bir vurdumduymazlık,
savurganlık, oyun bozuculuk/hile halinin -sosyalist, milliyetçi,
muhafazakar- hangi iddialı kimlik sahiplerinden sadır olursa olsun
ahlaksızlığı teşvik ve inşa anlamına geldiği,
- Yasalar ve kuralları rasyonel bir çaba ile tespit etme ve tespit
edilen bu kurallara bağlı kalmayı taahhüt altına almanın aslında hem
metafizik hem de fizik boyutlarının bulunduğu, (dini ya da seküler bir üst
normlar hiyerarşisine bağlı olma ve buna ilişkin bir mekanizma/kurumsallaşma
oluşturma)
Sadece normları tespit de yetmiyor, üst normlar
olmadan yasalar ve kurallar da anlamını bulamıyor, uygulanmasına dönük
garantili bir ortam oluşamıyor, bu düzensizlik ahlakı da buharlaştırıyor.
Başka bir açıdan yaklaşırsak, kurallılık da tek başına
yeterli gelmiyor. Kuralları kadim tecrübeler ve yaşanmışlıklara dayalı olarak
tespit etmiş olan Batı’nın, bunları işine geldiğinde çiğnemesi örneğinde olduğu
gibi.
Tersi de vaki. Evrensel olan tecrübi kuralların salt
Batı’ya ait olduğu zannıyla tahfif edilirken en sağlam soyut metafizik üst
normlara bağlılık iddiasının yozlaşma iklimine bir cevap üretememesi, hatta
meseleye yanlış yerden baktığı için “kendi içinde kapalı bir ahlak”
oluşturmanın ötesinde, evrensel olarak insana, doğaya, hayatın döngüsünü
sağlayan mekanizmalara ilişkin sağlıklı bir perspektife kavuşamamayı, hatta bu
döngünün içinde ahlak sorunları yaşamaya mahkum olmayı beraberinde getirmekte.
Bu “kendi içine kapalılık” aynı zamanda kendini
yeterli görme/müstağnileşme, başkalarına hatta “öteki” olarak kodlanmış olana
ihtiyaç olmadığı vehmine kapılmaya sebebiyet vermekte. Bu siyasette de, topluma
yansıyan boyutlarda da böyle. Hakikate giden yolları “örtme”de devlet yalnız
değil.
Kimlikçi “Doğruculuk” Müstağnileşme ve Hakikatin
Perdelenmesini Getiriyor
İşte buna kısaca “kimlikçi” tutum diyoruz. Bu tutum,
meşruiyeti kendinden menkul bir “doğruculuk” alanı oluşturmakta. Doğruluğu ve
bunun emek harcanmadan “korunmasını” bizatihi kimliğin kendisine atfetmekte.
Ulaştığı “doğrular”ın biricikliği zannıyla, bu “doğruların” dünyaya çözüm sunma
noktasında da yeterli olduğunu, başka tecrübelerle sınanmasının gerekli
olmadığı duygusunu beslemekte. Ve hepsiyle birlikte, kurallılığın evrensel
değerini ıskalayıp, yerine daha uygun olanını koyamadığı kurallar üzerinde
şüphe oluşturmayı (aslında bunları tartışmaya cesaret edememeyi) maharet
saymakta.
Halil Berktay’ın Serbestiyet’te yazdığı “Ben de bir
Troldüm” başlıklı harika yazı da aslında konuyla göbekten bağlı bir mahiyet
içermekte: Sabah kalkıp “beni/kimliğimi/durduğum yeri doğrulayan hangi gelişme
olmuş; “öteki”ler bugün beni doğrulayan hangi saçmalıklara imza atmışlar
avcılığını değerler sistemini, eldeki doğruları korumaya dönük yegane
motivasyon olarak görüp, kendine ait olduğu varsayılan yorum ve bakış açılarını
asla sorgula(t)maya izin vermeme hali. Arka plan sebepleri meşru ya da gayrı
meşru farketmez (bunu dünyalık menfaat adına yapmak ile canını ortaya koyacağın
bir ideoloji adına serdetmek arasında sonuçları itibariyle bir fark olmamakta)
bunun yarattığı sonuçların gayrı ahlakiliğinin önemsizleştirilmesi, hatta
doldurduğu alanın mistifike edilip kutsallaştırılmasıdır aslolan.
Kısacası, ahlakı oluşturan şey sağlam bir ontoloji ve
o ontolojik halin korunması kadar, nasıl korunacağına dair kafa yormak ve bunun
kurallardan ve kurallara/yasalara bağlılıktan başka bir çözümünün henüz
insanlık tarihinde üretilmediğini kavrayabilmektir.
Ahlakın kendisi ve korunması, onun inşasını gerektiren
konulardan bağımsız değildir. Bunun üzerine düşünmek ve eylemek, iman edip
salih amel işlemektir. Peki neye iman edeceğiz sorusu kadar, o imanın altını
nelerle dolduracağız sorusunun cevabı da bir o kadar önemlidir. “Allah’a
yaklaşmaya yol arıyorsak” bunun ıslah edici amellerden geçtiğini biliriz.
“Peki, nedir Allah’a yaklaşmak?”, “Nedir bu salih
ameller?” dediğimizde, sadece dar anlamda gücümüzün yettiği hayırhah işler
değil, aynı zamanda kurumlar ve kurallar eliyle milyonların hayatına dokunan
ekonomik, siyasi, toplumsal konular olduğunu görmek çok da zor değildir. Selim
bir akılla düşündüğümüzde, kurallar ve kurumlar üzerine düşünmenin “Allah’a
yaklaşmaya yol aramak” olduğu, takva olduğu, bunları tahfif edip önemsizleştirmenin
“kabile/aşiret inancı” olduğu görülür. Nitekim, evrensel ahlakı yakalamak,
evrensel insanlık tecrübesi olan sistemsel kural ve kurumlarla yüzleşmeyi,
hesaplaşmayı, yakaladığı doğruları çözüm olarak kabullenmeyi gerektirir.
Bunları inkar, aslında evrensel çözümleri inkardır! Yani ahlakın
buharlaşmasını, yozlaşmayı, çürümeyi, düzensizliği dolaylı olarak kabul etmek
demektir.
Ahlakı “fıtri vicdan” olarak niteleyip özsel olarak
savunmak değerli olduğu kadar, bunun korunmasına ilişkin kural ve kurumlarla
olan bağını kuraramamak da farkında olmadan gayrı ahlakiliği insanın
mukadderatı olarak kabullenmeyi beraberinde getirir. Ahlakı felsefi/kelami
olarak onca tanımlama çabalarına karşın karşılık bulma noktasında zorlanmak,
eleştirel zihniyete kapıyı kapatmışlık, farklı fikir ve tecrübelerin değerini
kavramak istemeyiş, hukukun, adaletin, bunları koruyan kurallarla bağlantılı
olarak el üstünde tutulmasının bekaya zarar vereceği zannı üzerinden
geliştirilen güvenlikçi, dogmatik ve “kaderci” görüşler üzerinden şekillendiği
unutulmamalıdır. Bizlerin bu korku ve dogmalara mesafeli olduğumuz zannı,
aslında önümüze dikilen bir duvardır. Aşılması gereken bir engeldir.
Kimlikçi tutum, ileride uygulanma zemini bulacağını
varsaydığı üst normlara karşılık, bugün tecrübi birikimle sağılmış ve işlerlik
içinde olan normları tahfif eder. (Bunlarla kendi idealleri arasında ciddi
yakınlıklar olduğunu fehmedip itiraf etmekten çekinir.) Bu tahfifin ahlaka
zarar verdiğinin farkında olmaz.
İdealler üzerinden sürekli sorunları konuşup, insanlık
mahsulü olan çözüm önerilerine gereken değerin verilmemesinin de ahlaka da
adalete de ne türden bir zarar verdiğini hesap edemez. Görse de kabilevi
paradigma buna izin vermez.
Bu durum mahallelerden cemaatlere, sivil toplumdan
devletlere kadar böyledir.
Oysa bireysel olarak düşünüp davranırken bile kendini
bütün bir toplumdan sorumlu “devlet gibi” görmek; hatta bir uluslararası
organizasyon gibi düşünüp çözüm üretmeye çalışmak önemli ve değerlidir. Bu
ameliye insanın/cemaatin/toplumun/devletin ufkunu genişlettiği gibi, ahlakın
normlara bağlı zeminini de güçlü kılar.
Velev ki birileri bu normları acıktığında yiyedursun,
bizim ahlaki meşruiyetimizi karşı konulamaz biçimde tescil eder…
***
Hamiş: İbrahim Turhan’ın bu konunun somut altyapı
unsurlarını oluşturan arşivlik röportajını farklı veçhelerden bilahare
değerlendirelim
İzlemek isteyenler için: https://www.youtube.com/watch?v=VcJUtrqffRM
Yorumlar
Yorum Gönder