Kırılma anlarının, büyük değişimlerin olduğunu ifade ve iddia ettiğimiz her dönem gençlik üzerine çeşitli tartışmalar yapılır. 3000 yıl öncesi Mısır’ına ait bulgularda da nesiller arası çatışmaların yaşandığını, nostaljik vurguların insanlığın her döneminde varolduğunu öğreniyoruz.
Kimine göre gençlik hakkındaki tartışmalar abartılı, vülgarize edilmiş bir popülerlik içermekte. Kimilerine göreyse türümüz/neslimiz ve dahi topyekün geleceğimiz adına bir kurtuluş reçetesi oluşturmanın anlamına haiz.
Küreselleşen ve benzeşenlerin arttığı bir dünyada ‘nasıl bir gençlik?’ arayışı aslında toplumsallığımızı ve ‘Biz’i tartışmak anlamına gelmekte. Yapmak isteyip de yapamadıklarımız, kaçırdıklarımız ve artık elimizin uzanmakta zorlandığı konular. Bunlara değişen dünya ve hayat koşullarını ekleyelim. Genellikle teknolojik gelişim konuları ve bunların sosyalitemize etkileri üzerinden konuştuğumuz bir konu bu. ‘Ulaşamıyoruz’, ‘aynı dili konuşamıyoruz’, ‘nasıl akıl yürüttüklerini anlayamıyoruz’ serzenişleri bununla ilgili.
İşin özü, tüm insanlık olarak ‘Anlam Arayışımız’ın sürgit devamı anlamına gelmekte bu tartışmalar. Sihirli kelime olan ‘Değişim’in kabul edelim etmeyelim bunda büyük bir payı var. Ülkemizin de ciddi bir kültürel (sosyo-politik) değişim geçirdiğine ilişkin analizler de bundan bağımsız değil.
Katıldığımız bir toplantıda bir dostumuz “tarihin, değişmeden kalalım ile devrimle tümden yıkıp yenisini inşa edelim arasında salınım gösterdiği ve genellikle üçüncü şıkkın kazandığını” ifade etmişti. Bazı şeylerin süreklilik göstermesinin yanında, bazılarının değişimine metazorik olarak maruz kaldığımızdan hareketle.
Yeni Nesillerin İhtiyaçları
Gerek dünya, gerekse ülkemizdeki gelişmeler hangi konularda eksik kaldığımız, nelere ihtiyacımız olduğuna ilişkin ipuçlarını bizlere zaten sarih biçimde sunmakta. Siyasetin yoğun etkisiyle ülkenin son yıllarda geçirdiği siyasi sosyal dönüşümler, hukuk ve adalet konularındaki zaaflar, bunlarla ilgili olarak dünyadaki farklı olumlu örneklerin bizlere karşılaştırma yapma olanakları sunması, sınırlı sayıda apolitik kesimleri bir kenara koyacak olursak internet ve sosyal medyayı sosyalleşmenin yegane aracı olarak kullanan genç nesiller açısından (özellikle 18-30 yaş) habitatlarını sorgulama imkanı sundu.
Hangi imkanlardan neden mahrum kaldıkları, bunların nasıl aşılabileceği üzerine bir hayli literatür oluştu; bunların farkındalığı arttı, değeri daha bir sorgulanır oldu.
Bu bağlamda “Adalet, Eşitlik, İnsan Hakları, Hukukun Üstünlüğü, Özgürlük, Güçler Ayrılığı, Yargı Bağımsızlığı, Denge ve Denetim, Şeffaflık, Birarada Yaşam, Çoğulculuk,…” gibi salt siyasi olmayıp zorunlu olarak ahlaki alana tekabül eden kavramlar, mevcut siyasal yapıya alternatif getirmede de el yükselten bir vakaya tekabül etti. Meselemiz halihazırda, bunlara özsel bir şekilde mi yoksa muhalif katmanların elini güçlendiren pragmatik bir çabaya destek mahiyetinde fırsatlar sunması olarak mı bakılacağı değil. Vakıa o ki, nasıl ve nereden bakarsanız bakın, bu konuların gittikçe olgunlaşan bir tarzla, suyun akıp yatağını bulması misali gençliğin ihtiyaçlarını karşılamanın da, toplumsal değişimin de ana yatakları haline geleceğinin anlaşılabilmesidir. Bunları gündeminde tutmayan, tartışmayan, geliştirmeyen, talep etmeyen, eyleme geçmeyen, daha ilerisi bu konuları ahlakının bir parçası yapmayan bir toplumsallık, siyasi parti, cemaat, tarikat, sivil toplum örgütü ayakta kalma, yaşam sürme ihtimalini yok edecektir. Gettolaşıp “korunma alanları” oluşturduklarını düşünenler; aynı zaaf, eksiklik ve yanlışlarla ayakta durmaya çalışan (ve yine bir dostumuzun isabetli benzetmesiyle “ama aslında ömrünü tamamlamış ve iskelete dönüşmüş”) siyasi yapıların kendilerine koltuk değneği olabildiği zaman dilimiyle sınırlı bir ömre razı gelmiş olacaklardır.
‘Öncelikli İhtiyaçlar’ yanında ‘Yakın Geleceğin İhtiyaçları’
Gençlerin (ve yaşı ne olursa olsun aynı ruhu taşıyanların) ihtiyaç duydukları sosyal-siyasal kimlik ve fırsatların yukarıdaki kavram ve mekanizmaların hayata geçirilmesiyle mümkün olabileceği izahtan varestedir. Lakin burada “belli ölçüde” şerhini de düşmemiz gerekir. Bunlar üzerinde ortak bir mutabakata sahip olma niteliğinin bizleri bir sonraki aşamaya taşımada en önemli sacayakları olacağı bir vakıadır ama yeterli midir? Öncelikle şunun tekrar altını çizelim ki kendisini bu konulardan ideolojik (ve muhafazakar) saiklerle uzak tutanların bir sonraki aşamayla ilgili belirteceğimiz hususlarda kendilerini inşa edip koruduklarını zannetmeleri, tamamen bir aldatmacadan ibaret olacaktır. Bir gerçek daha var ki o da; çağdaş siyasal ilkeleri insanlığın yeni keşfettiği zannıyla -ilerlemeci tarih anlayışının da etkisiyle-, hakikate doğru yapılan zorlu yolculukla, insanı merkeze alıp tanımlamaya gayret sarfeden kadim fikirlerle ilgisi olmadığı zannıyla hareket etmeleri; bu hususta modern ve post modern kurguları yeterli görüp salt siyasi ilkelerin arayışlarımıza yegane çözümler sunacağını zannetmeleri de, yarın karşımıza ayrı bir hüsran zemini olarak çıkacaktır.
Yaş ve nesil durumu ne olursa olsun ‘Anlam Arayışı’ndan uzak, insan faktörü ve onun yanlışlık, zaaf ve eksikliklerle hareket ettiğinden bağımsız önkabullerle düşünüp, sadece bazı habitatların ve mekanizmaların inşasını yeterli ve ideal görenlerin de bir sonraki aşamalara tam hazırlıklı olamayacaklarını şimdiden belirtmekte fayda var.
Yukarıda saydığımız mekanizmaların Batılı toplumlarda görece ideal ve imrenilecek bir tarzda işleyişi halihazırda bu toplumlarda varolan ve mezkur mekanizmalarla değil başka etmenlerle ilgisi olan sorunların oluşumunu engelleyememiştir. Yabancı düşmanlığı, asimilasyon ve entegrasyon arasındaki ince çizginin rayına oturmamışlığı gibi meselelerden değil, insana, topluma, o insan ve toplumun ‘özgürlük’ gibi ışıldayan kavramlardan ne anladığına ve bazı kavramlardan ise hiç haberdar olmamasından ötürü yaşadığı bunalımların ciddi toplumsal hastalıklara sebebiyet vermesinden söz ediyoruz!
Leviathan’ın mekanizmasal olarak iyi işleyişi, hakların ikamesi ve refah üretmede etkili olması ‘bireyleşen’ insanların anlam, mutluluk, huzur, itminan elde etme konularında sorunlar yaşamalarını ortadan kaldırmıyor. Bunları başlıklandırıp konuyu detaylara boğmayacağım. Ancak pekçok istatistiki veri de bu konularda durumun vahametini ortaya koymakta. Hayata ilişkin ‘Anlam Arayışı’na dönük eksikler Batı’da içeriden de halen çeşitli eleştirilere konu olmakta. Demek ki sadece yukarıdaki bold olarak altını çizdiğimiz hususlar, bütüncül bir perspektifi yakalamamıza, insana dair olanları kâmil bir şekilde ortaya koymaya yetmemektedir.
Yani bizim açımızdan, yukarıdaki tabloda varolan eksiklerin tamamlanması kadar, bu eksiklerin hangi ‘insan modeli’yle inşa olacağı sorusu cevaplanmaya muhtaçtır. Sadece bizim açımızdan da değil, görece ideal habitatı oluşturmuş olan toplumlar-ülkeler açısından da.
Ama üzerinde iddiayla durduğumuz bu gerçeklik, bizim vakıamızı ne aklar ne de içimize su serpmemize yardımcı olur. Bizim vakıamız bize aittir. “Batı’nın ahlakını bırakıp…” diye başlayan cümleler burada geçerli değildir. Ahlak bir bütündür ve yukarıdaki tablodan ari değildir. “Hukuk iyi işlemiyor, yolsuzluklar var, rant ekonomisi baskın, kişi kültünün üretimi metazorik, oyunun kurallarını sürekli değiştirmek zorunda kalıyoruz ama…” dedikten sonra “ama”nın hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Zira zaten verili durumun ahlaksızlıklarla malul olduğunu, son dönemdeki bir tartışmaya atfen kullanırsak bunların da birer “fahşa” olduğunu görmemiz gerekiyor. “Şu şu konularda ahlaklıyız ama bu bu konulara mecburen katlanıyoruz” diye bir anlayış temelden sorunludur.
Müslüman Çoğunluğun Olduğu Bir Ülkede
Çoğunluğunu sünni Müslümanların oluşturduğu bir sosyolojik yapıya haiz olmamız dolayısıyla, kendilerini İslam’a nispet edenlerin bu konular üzerinde yeter derece fıkhetmeleri kaçınılmazdır. Müslümanların çağdaş siyasi ilkelerle (kadimden de destek alarak) özcü ahlaki bir yaklaşımla hemhal olmaları kaçınılmaz bir gereklilik olarak ortada durmakta. Siyasi iktidar ile yakınlık üzerinden yapılacak her türlü erteleme, iddialı olduğumuzu zannettiğimiz ahlakilik konusunda daha da gerilere düşüleceğini/düşüldüğünü, yozlaşma kültürüne farklı bağlamlarda katkı yaptığımızı bizlere yeter derecede öğretmiş olmalı!
Muhafazakar bir ailede yetişmiş bir kızımız, siyasal iktidarın yanlışları üzerinden kimliğinden utanmaya başlamış, üzerine sinen kokulardan arınmak için aylar, yıllar süren bocalamaların ardından “Tesettüründen sıyrılmayı” bir çözüm olarak görmüşse, takkeyi öne koyup düşünme zamanı çoktan ellerimizden akıp gitmektedir.
O halde hem yukarıda sıraladığımız çağdaş ilkeler, hem de bunların kadim arka planlarıyla ilgili tarihsel yaşanmışlıklar üzerinden güncellemelere gitme zorunluluğu vardır. “Yetmez ama evet” değil, tam da “Evet ama yetmez!” mottosu burada geçerli. Hem bu kızlarımız, oğlanlarımız, çocuklarımız için; hem toplumun geri kalan kesimlerine ve hatta Batılı toplumlara gerçek bir şahitlik orta koyabilmek, onların haberdar olmadığı, gündemlerine girmemiş olan, bireysel/nefsi, siyasi, sosyal kavramları günümüz ihtiyaçlarına göre canlandırmak, onları zamanın ruhuna uygun şekilde yeniden konuşturmak kaçınılmazdır! Bunlar sözünü ettiğimiz ‘eksik inşa’yı tamamlayacak unsurlardır. Bunları bireysel, sosyal, siyasal olarak bile birbirinden ayırmak aslında çok da doğru değildir. Aksine “siyasal ahlak”, “bireysel ahlak”, “toplumsal ahlak” diye birbirinden ayrılmasının sorunlarına işaret etmeye çalıştığımız tüm bu konular insanın ‘Anlam Arayışı’ ile bir bütünlük arzetmekle birlikte ‘insan’ ve ‘doğası’ odaklıdır. İnsanın ihtiyarı/iradesi/özgürlüğü ve sorumluluklarını içrek tarzda, bölünemeyeceği ve bölünmemesi gerektiğine de kalın bir vurgudur. Peki nedir bunlar? Yüzlercesinden birkaçını sıralayalım. Bunlardan, yaşanan tecrübelerle beraber insanın ihtiyaçlarına, değişen koşullara göre çeşitli terkiplerin de üretildiğini unutmadan:
“Adl/Adalet, Şura, “Emr-i bi’l maruf nehyi ani’l münker/İyiliği emr, kötülükten nehyetme, Emanet, Emr, Mülk, Hükm, Velayet, Şura, İmam, Ululemr, Melik…, Bey’at, Âl, Şa’b, Ehl, Millet, Karn, Hizb, Bağy, Zulüm, İstikbar, Kıyâm, Fitne, Fesad, Fısk, Sulh, Islah, Ahdullah, Misak, Birr, Hüsran, İnfak, İsar, Nefs, Mustezaf, İtidal, Hıyanet, Nübüvvet, Şehadet, Şefaat, Takiye, Sabr, İhtiyar, Kader, Salat, Sünnetullah, Ölçü/Mizan, Sekine, Takva, Tekasür, Tevbe, Tezkiye, Vesile, Yakîn/Ölüm, Zan, Cebr, Kıst…”
Düşünebiliyor muyuz, daha yüzlerce kavram ve bunlardan insanların ihtiyaçlarına göre türetilen terkipler kitaplar arasında dururken, ya sadece sınırlı ihtiyaçlarımız için bunları aramızda(mahallede) dolaştırıyor ya da öksüz bırakıyoruz. Sanki ölmüş bir medeniyetin edebiyat, tarih, ilahiyat, tefsir alanlarına ilişkin sohbet zenginliği sunan malzemeleri gibi duruyorlar satır aralarında.
Hak mıdır reva mıdır?
İnsanlığı yüzyıllarca canlı tutmuş, toplumlara şifa olmuş ve şimdilerde de insanlığın bîhaber olup istifade edemediği bu kavramların kitabî kalmasının tek müsebbibi bizleriz! Eksiklik onlarda değil bizlerde. “Hidayete erdikten sonra kalpleri eğrilenlerden” olmak istemiyor, “bizim giderilip yerimize başka toplulukların gelmesinden” sakınmak istiyorsak o halde yukarıda altını kalınca çizip sıraladığımız her iki pasajda yazılan ve Adem(s)’den bu yana ve ahirete kadar da değişmeyecek olan kavram ve mekanizmalara sahip çıkmamız gerek.
Bunların yeşertilmesi için gerekli şahitliği ortaya koymamız gerek. Retorikle değil, yaşayarak!
Ülkemiz için,
İnsanlık için,
Bocaladığından şikayet ettiğimiz gençlerimiz için!
Gençlik ve sorunlarıyla başlamıştık bakın nereye geldik…
Demek ki gençliğin bir yönüyle bizlerin aynası olduğunu, bizlerin mahsulü olduğunu unutmamak gerekmekte. Bizler üzerimize düşeni bugüne dek ortaya koyabilseydik, gençlerimizle diyalogta konu bulmakta zorlanmayacak, yönelimlerinde farklı arayışlara sürüklenmelerini yaşlı gözlerle izlemek zorunda kalmayacaktık.
Şu korkuyu da not düşerek belirteyim: Bizlerin adil şahitlik örnekleri gösteremediği gençlerin küreselleşen egemen kültür üzerinden başkaca, farklı, kötü örneklere tevessül etmeleri de işten bile değil, ki bunları ziyadesiyle yaşıyoruz.
Sosyo-politik olarak küresel siyasi kültürün olumlu yanları yanında baskın kültürel olumsuz yönlerini birlikte meczeden nesiller gözlerimizin önünden akıp gidiyor.
Biz muhafazakarlaştıkça, konformizm cenderesinden çıkamadıkça ya gençliğin bir bölümü bizim yanlışlarımızı sürdüren kötü kopyalar haline geliyor ya da hoyratça kendini değişim rüzgarlarına bırakıyor.
Nebevi usulleri, kafa patlatarak, alın teri dökerek, akli ve vicdani çabalarla gereğince güncellemekten,
Sokratça hareket etmekten başka seçeneğimiz yok…
Yorumlar
Yorum Gönder