Ana içeriğe atla

90’lı yılların ufkundayım 30.05.2020

Gün geçmiyor ki ülke 90’lı yıllları hatırlatan hadiselerle dejavu kıvamında sarsılmasın.

 

Dün Hrant Dink Vakfı, Rakel Dink ve avukatına dönük e-postalar içerisindeki ölüm tehditleri yansıdı kamuoyuna. Hem de “bir gece ansızın gelebiliriz” mottosu eşliğinde -yine- mevcut iktidarı da töhmet altında bırakmaya yönelik sinsi ifadelerle.

 

Maalesef 2007 iklimi de vesayetten, ırkçılıktan, ayrımcılıktan, hukukun yerlerde gezindiği, toplumsal barışın tehdit edildiği, özgürlüklerin tırpalandığı ortamdan besleniyordu. Demek ki aynı mahfiller süreci yine münbit gördü. Yazık! 15 Temmuz sonrası daha fazla hukuk, daha fazla özgürlükler, yepyeni bir özgürlükçü anayasa beklerken geldiğimiz vasat yine bir kısır döngü.

 

İnşallah bu karanlık zihniyetin failleri bir an önce ortaya çıkarılır. Bu, hem tehdit edilen muhatapların can güvenliği, hem devlete güven, hem de toplum sağlığı açısından elzem. Diğer türlü daha da cesaret bulup yol sürmeye devam edecekler. Bunun sonunun nereye vardığını geçmişten iyi biliyoruz.

 

***

 

Şehit Kaymakam Muhammed Fatih Safitürk’ün ağabeyi Ali Haydar Safitürk ve babasının iddiaları da yenilir yutulur cinsten değil. Aile, kaymakamın canını alan bombanın İlçe Emniyet Amiri M.H.K. tarafından makama konduğunu iddia ediyor. Aynı ismin, olay yeri inceleme ekipleri gelmeden olay yerini temizlettiği ve olaydan önce kameraları söktürdüğü de yine ailenin iddiaları arasında. Tabii kamuoyuna yansıyan iddialar bunlarla da sınırlı değil.

 

Elbette sadece acılı bir ailenin ithamlarına dayalı olarak devlet görevlileri dahil hiç kimsenin lekelenmesi kabul edilemez. Lakin 90’larda yaşanan fail-i meçhuller, işkenceler, yargısız infazlar, üzeri kapatılan dosyalar ve arka planı farklı hadiselerin siyasi imiş gibi gösterildiği vakalar açısından Türkiye toplumunun hafızasının hala canlı olduğu da unutulmamalı. Bu konular mutlaka Meclis gündemine gelmeli. Daha ciddi ve geniş bir soruşturma yolu tutulmalı. Mümkünse, hukuki yollar zorlanarak mahkeme yeniden görülmeli. Hadisenin hakiki arka planı, kim masum kim suçlu ortaya çıkmalı. Sonuçta, 18 yıla mahkum edilmiş ve çeşitli eziyetler çekmiş insanların hayatları da -iddialar doğru çıkarsa- karartılmış olacak. Sadece itham olarak bile nitelense de devletin kamuoyu nezdinde aklanma ihtiyacı izahtan varestedir.

 

***

 

Mersin İl Milli Eğitim Müdürlüğü, İskilipli Atıf Hoca ile ilgili paylaşımlarda bulunduğu için bir eğitimciye dönük skandal bir kınama gerekçesine imza attı.

 

“…Paylaşımın içerisinde geçen İstiklal Mahkemelerince vatana ihanet suçlamasıyla yargılanarak idam edilen İskilipli Atıf Hoca’ya “İslam Alimi” göndermesi yapılması nedeniyle…” diyerek.

 

Öğretmen Eğitim-Bir Sen’li. Sendika da mensubunu kollayan bir basın açıklaması yaptı.

 

Gerekçe içerisinde yer alan tarihi bilgilerin yanlışlığı bir yana, açıklamaya sinmiş ideolojik dile odaklanmakta fayda. Bunu her kesim diğerine karşı yapıyor. Eğitim camiasında da, barolarda da, yargı camiasında da, maalesef resmi, sivil, yarı-resmi her alanda rastgeldiğimiz bir olgu bu: İdeolojik yaklaşım!

 

Sadece fikir olarak kalsa sorun değil. Diyanet de, barolar da, işçi ve eğitim sendikaları da fikirlerini açıklasınlar elbet. Hiç kimsenin önünde yasal barikatlar oluşturulmasın. Amma ve lakin bu açıklamalar insan hayatını etkileyen, cezalandırmalara mesnet oluşturan bir hal alıyorsa vay halimize ki memleket bu tür uygulamalardan geçilmiyor. Kimin kime gücü yeterse. Her kesim kendine yapılanı görürken, karşıtına yapıldığında üç maymunu oynamayı görev addediyor.

 

Konumuz eğitim. Bu olay vesilesiyle iki çift kelam edip kapatalım konuyu: Bu olay aslında ideolojik eğitim felaketlerine küçük bir örnek. İdeolojik baskının eğiticiler üzerindeki despotik baskısını da ortaya koyuyor. Koskoca eğitim camiası devletin kendi yandaşlarına yaptığı zaman kızdığı twit atanın gözaltına alınıp tutuklanması vb. olaylara tepki gösterirken, elinde imkan olduğunda kendisi aynı şeyi yapıyor ve bu paradoksal duruma düşmekten hiç de yüksünmüyor.

 

İşin gerçeği eğitim, resmi ideolojik görüşlerin baskısından arındırılıp özgürlükçü bir forma büründürülmedikçe bu örneklerden daha çok yaşarız. İdeolojik üstencilik, her türlü despotizmin ve otoriterleşmenin toplum tarafından kolay sindirilmesini beraberinde getirir. Oysa ‘ifade özgürlüğü kutsaldır’ basitliğinde yaklaşsak -ki kendimiz söz konusu olduğunda böyle yapılmasını arzuluyoruz- bir çok sorunun kendiliğinden çözülmesi işten bile değil!

 

Bu yazının çeperinde neden bu tersten örneğe yer verdik diye düşünülebilir. Sebebi üst paragrafta. Otoriterleşme sadece devlet erkinin kullandığı ve kitleleri mustarip kılan bir durum değil, maalesef şikayet ettiğimiz devlet gibi davranmanın kodları DNA’larımıza sinmiş durumda. Temizliğe önce nefsimizden başlamamız gerekmekte. Nefis tezkiyesi şart!

 

***

 

KHK’lılar dün yine sosyal medyada tag çalışması yaptılar. Pekçoğu haklarının iadesini ve işlerine geri dönmeyi arzuluyor haklı olarak. Mahkeme kararları olmadan “devletin tasarruf yetkisi” mottosunu halen sürdürerek, kaplumbağa hızıyla yürütülen ve dört yıldır bir arpa boyu yol alınmış bir konu bu. Geri dönüşü zorlaştıran o kadar çok hukuksuzluğa sebebiyet verildi, o kadar “meşrulaştırma” saiki üretildi ki. Bir de tabii bu insanların yalnızlığı. Sosyal medya platformları dışında konu edilmemeleri. Oysa toplumda kangren oluşturan bir yara bu. Maalesef sadece toplumun değil, bu konularda duyarlı olması beklenen İslami kesimlerin de lal kaldıkları, kapalı kapılar ardında “ah vah” ettikleri bir sosyal yara bu. “OHAL/KHK Mağduriyetleri İslami İnsan Hakları Mücadelesinin Konusu Olmalı Değil mi?” başlıklı bir yazı yazmıştık yıllar evvel. Değilmiş! Olmadı. Üstelik toplumun bu kesimi, pekçok veçheden 28 Şubat’takinden daha beter muamelere maruz kalmalarına rağmen, empati yapılmasını engelleyen argümanlar üretildi. Bir iki dernek-vakıf, STK ve duyarlı bireyler dışında konu İslami-muhafazakar kesimin merkezinde yer alamadı. İslamcı mahalle mağduriyet konularını gündemleştirenleri “uyarmanız fayda vermeyecek” modunda takip etti. Uyaranlar her ne kadar “Rabbimize mazeretimiz olsun için” şiarıyla davransalar da sesleri kısık kaldı.

 

İşin daha üzücü yanı, insanların hala bir “U” dönüşü bekledikleri zamanlar sürgit akıp giderken, adı darbelerle anılan, toplumsal barışı ifsad konusunda eline kimsenin su dökemeyeceği Aydınlık ve Perinçek çevresi ana akım medyada boy gösterip olan biteni meşrulaştırıcı sözler sarfetmeye ve iklimi koyulaştırmaya devam ediyorlar. Geçen gün Aydınlık aynı sayfada iki darbeyi birden sahiplendi: 27 Mayıs ve 28 Şubat. Sözümona “darbeleri övmek suç”. Onbinlerce masum (Onbinlerce tutuklu hala masumiyet karinesinden istifade ediyor; mahkumiyet kararlarındaki kriter sorunları da) içeride tutulur, salgın tehdidinden bile istifade ettirilip tahliye edilmezken, sadece darbeleri değil, bugünkü otoriterleşme eğilimlerini de “devlet böyle yönetilir, siyaset bu” diyerek savunan çevrelerin el üstünde tutulması, iktidara etki etmesi daha bir can yakıcı. Çünkü adalet iklimi ancak, devleti ve toplumu “suça ve suçluyu övmeye teşvik eden” bu güruhun hukukun işletilmesi sayesinde acı çekmesiyle oluşacak. Evet, toplum bunlardan intikamını hukuk sayesinde alacak. Elbet devran dönecek ve o günler de gelecek. O günlere gelene kadar bu iktidar kendisiyle birlikte toplumu ne hallere sokacak orası hiç de muamma değil. Toplumdan uzak totaliter-darbeci yapılarla bu derece sıkı fıkı ilişki, adaletsizlikler bir yan, gün gelip karşımıza yine ve yeniden aynı ezber senaryoyu çıkarmakta. Hrant Dink Vakfı ve Rakel Dink’in tehdit edilmesi; Hrant’ın deyimiyle söylersek, sadece onları değil aslında tüm toplumu “güvercin ürkekliğine” hapseder.

 

İktidar aklını başına almalı. Hukukun, adaletin ve toplumsal barışın yeniden imarı için çabalayan güçlerle işbirliğine yol aramalı.

 

Yoksa çok geç olabilir…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gelecek Partisi’nin tarihi ekonomi toplantısı 17.06.2020

Gelecek Partisi ekonomi kurmaylarının Genel Başkan Ahmet Davutoğlu eşliğinde Sheraton Otel’de 15 Haziran tarihinde düzenledikleri basın toplantısı ("Ekonomide GelecekModeli") tarihi önemi haiz idi.   Davutoğlu’nun giriş konuşması, her ne kadar korona sonrası dünya öngörüleri, kriz dönemleri karşılaştırmaları içerse de öncelikli olarak bir bütüncül zihniyet dönüşümü teklifi içermekteydi. Zihniyet dönüşümü, bunu sağlayacak siyasi ilkeler, buna dayalı yapısal reformlar, bunları gerçekleştirecek liyakatli kadrolar ve yeniden kurulması elzem sistemin hem bugünün arızalarını tamir edici, hem de gelecek inşa edici yönünün birlikte yürütülmesi.   Zihniyet-ekonomi-kurumsallaşma-kurallılık-hukuk devleti-güvenlik hepsi içiçe ve metazorik olarak birbirine bağlı. Biri olmadan diğerine el atamadığınız, atsanız da aksamasına engel olamayacağınız, neyi niçin yaptığınızı önceden resmetmeniz, planlamanız gereken bir yürüyüş. “Ben yaptım oldu” kolaycılığı, fevriliği, sözde “hızı”na alternatif b...