Toplumsal, siyasal ve ekonomik konularla ilgili şiarlar, “ikame edilmesi” gerektiği “emr”iyle birlikte zikredilen ibadetlerden bağımsız değildir. Bunu, Çağdaş İslam Düşüncesi(ÇİD)’yle şu ya da bu seviyede ilgisi olan herkes bilir. ÇİD’in -her zaman tartışmaya açık boyutlarıyla- genel çeperini oluşturan ve “Siyasal İslamcılık nedir?” sorusuna karşılık olarak verilen en temel cevap onun, bireyden devlete, ekonomiden medeni hallere, ilimden sanata ve kültürel dokuya dair hayatın tüm kompartımanlarına ilişkin sözünün-tanımlarının olduğu, bütünlük arzeden bir yapı/yaşam felsefesi/dünya görüşü olduğuna ilişkin iddiadır.
Bu iddianın “modern cahili toplumlar” ile ÇİD’nin inşacıları arasına zihni duvarlar örmesi bir yana, altının bugüne dek ne ölçüde doldurulduğu da halen tartışılmaya devam edilmektedir.
İddianın altının dolup dolmaması bir yana, kendisi ÇİD ile Müslim-gayrı müslim toplumlar arasına iki zorlu sorumluluğu dikmiştir:
- Artık bir postulat haline gelmiş olan bu tespiti yaşamlaştırabilmenin temel kıstasları nelerdir?
- Bu idrakın modern çağda anlaşılabilir ve yaşanabilir kılınması hangi güçlü meşruiyet umdeleriyle gerçekleştirilebilecek, alemet-i farikası ne(ler) olacaktır?
Bilahare, Batı’nın kurduğu sisteme ve felsefelerine karşı şümullü bir itiraz olarak altı daha da doldurulmaya çalışılacak olan postulat’a ilişkin ilk denemelerin, günün siyasi ihtiyaçları mucibince Batılılara cevap mahiyetinde geliştirilen İslam medeniyeti savunuları ve daha sınırlı kaygılarla Hindistan’da, Müslümanların Hindu’lardan ayrı bir etnisite olarak algılanmasını ispat ve bir takım hakların talebiyle de bağlantılı olarak 19.yy. sonu siyasal şartlarına bağlı olarak üretilmiştir. Irkçı ve adaletsiz sömürgeci siyasetlere karşı geliştirilen bu ‘bütüncül kimlik’ iddia ve inşası, hiç şüphesiz İslam toplumlarına özgüven, ruh, tarih şuuru, kimlik, kişilik kazandırma noktasında önemli işlevler görmüştür. O günlerden bugüne bakıldığında, o şartlarda bunu yapmanın hayati bir zorunluluk olduğu, dünden bugüne de bu hayati ihtiyacın artarak günümüze evrildiği bir vakıadır.
Hiç şüphesiz ki “din hayattır”. Hiçbir hayat görüşü, felsefe yoktur ki kendisini hayatın sınırlı bir alanıyla tanımlasın. Tüm beşer üretimi ideolojiler, gücü ellerine geçirmezden evvel de bu iddialarla ortaya çıkmış ve iddiayı vakıa haline getirebilmek için insanoğlunu çeşitli serüvenlerin peşine sürüklemiştir. Cihanşümul bir “ed-din”in bu iddiadan beri olması zaten beklenemez.
Lakin kavranması gereken bir diğer boyut şu ki, iddianın kendisinin çağdaş formlarda altının doldurulma biçiminin de beşeri yorumlarla malul olduğu unutulmamalıdır. Yani karşıtlarının ya da muarızlarının farklı ideolojik niyetlerle “Siyasal İslam” olarak niteledikleri çizginin kendisi de yeknesak, tek tip olmayıp çeşitliliklerle maluldür. Bu çeşitlilikler insani tecrübe ve yorumları içermektedir. Farklı coğrafyalarda farklı tecrübelere dayalı olarak gelişmiştir. Öznelliklerle birlikte tepkiselliklere de sahiptir. Siyasi alana baktığımızda, “öteki” dünya ile zihni-fiili çatışma kadar, kendi içlerindeki zihni-fiili çatışmalarla birlikte yürüyen bir seyir izlemektedir. (İçinde küresel egemenlerin günahlarının da olduğu çeşitli siyasi sebeplerin kronolojisine sahip bu konu, bahs-i diğer olarak kalsın)
Peki hayati olmakla birlikte farklılıklarla da malul olan, içinde geliştiği coğrafyaların sosyo-kültürel ve siyasi koşullarına, dayatmalarına, toplumları şekillendirme biçimlerine itiraz geliştirme boyutları salt kimliksel çeperin dışına çıkmayı ne ölçüde başarabilmiştir? Daha doğrusu kimliksel iddialarının altını doldurabilme adına yapılan yolculuklar hangi alanlara ilişkin alternatif/sadra şifa olmayı başarabilmiş, hangi alanlarda boşluklar bırakılmıştır?
Hayatın tüm kompartımanlarına ilişkin sözü olma iddiası, bir de bu iddianın ideolojiler gibi durağanlık/dondurulmuşluk çeperinin dışına çıkabilme kabiliyeti geliştirebilmesi çok yoğun bir mesainin ortaya konmasını; sadece entelektüel zeminde değil, aynı zamanda hayatın farklı kompartımanlarına ilişkin pratik bir eylemlilik içinde de olunabilmesini gerektirir.
Cevaplanmayı Bekleyen Sorular
Sorular çok;
Kendisini ÇİD ve pratiği içerisinde gören yapılar, örgütler, cemaatler, sivil toplum örgütleri tüm fiili çabalarına karşın, bu gayretlerin toplum tarafından gereğince anlaşılıp anlaşılmadığı üzerine düşünürken, yetersizliklerle malul sorunların sebepleri üzerine de özeleştirel bir zemin geliştirebilmişler midir?
İktidar/güç ile ilgili verilen sınavla ilgili olarak; bunun dini, fikri, felsefi arka planına ilişkin pratik edimleri de belirleyen zihniyet kodlarıyla ilgili gerekli sorgulamayı yapabilmişler midir?
Kendilerini “diğerleri”nden ayıran kimliksel alamet-i farikaların tespiti sonrası, “diğerleri”nden kopuş ve hayatın belli şubelerine ilişkin duyarsızlık/vurdumduymazlık/tahfif mi gelişmiştir, yoksa bir sorgulama sonrası “cihanşümul anlayış” gereği üzerlerine düşen sorumlulukları yeterli ve gerekli ölçüde yerine getirebilmişler midir? Bu konudaki mütmainlik düzeyi nedir?
Kendini “ümmet” parantezine alıp “kendini yeterli görme hali”nin kazandırdığı-kaybettirdiği fırsatlar üzerine bir tefekkür iklimi oluşabilmiş midir? Tarih, toplum ve sistem sorgulamalarında güncelleme yapabilme seviyesi ne düzeydedir? Bu okuma biçimleri ve bunların alt türevlerinde “farklı” olanlardan da destek alma ihtiyacı var mıdır yoksa bir “ihtiyaçsızlık hali”, “kendini yeter görme durumu” burada da söz konusu mudur?
Bu sorulara içrek olan husus, aynı zamanda ÇİD’nin çizdiği çerçeve kimliğin esneme payının sorgulanmasıdır. Esneme payını belirleyen şey hem zihniyetsel hem de pratik güncellemedir. Daha doğrusu buna ihtiyaç duyulup duyulmadığının belirlenmesidir. Şöyle de ifade edebiliriz: Ontolojik, epistemolojik, ahlaki farklılık ve bütünlük iddiasının altının ne derece dolu olduğu, daha doğrusu altını doldururken oluşturulan ihtiyaç listesinin bugüne güncellenmesinin gerekleri üzerinde yeter düzeyde bir sorgulama yapılıp yapılmadığıdır.
Varolan ve işleyen sistemler içinde yaşayan Müslüman toplulukların, bu sistemsel işleyiş, ürettiği sorunlar, bunların aynı sistemsel bütünlük içinde çözümüne ilişkin -bilinmeyen tarihlere- bir erteleme, tarihten alınan fıkhi yardımların görece yeterli görülmesi hali mi söz konusudur; yoksa “diğerleri”nin de fikrinin olduğu bu alanlara ilişkin bir anlama çabası, varolan ilkelerle çelişmeyecek, aksine onları pekiştirecek düzeyde bir takip ve kavrama cehdi midir pratikte olan?
Herhalde baştan bu yana sorularla açmaya çalıştığımız şeyin, bütünlüğü olduğunu iddia ettiğimiz kimliğin bu bütünlük iddiasıyla doğru orantılı bir üretim cehdi içinde olup olmadığının sorgulanması olduğu anlaşılmıştır. Hayat ile ilişkisini ilkeler düzleminden kopmadan sahici ilişki ve ayrışmalarla mı tanımladığı yoksa bütünlük iddiasının kendisinin, “kopuş”un ardından bir türlü hayat ve çağdaş yorumları, normları, maruf olan yönleriyle buluşmada gösterilen isteksizlik ve tepkisellik girdabından çıkmakta zorlanmakta mıdır? sorusu önemlidir.
Mesela, haklı olarak, modern ulus devletleri var eden kimliksel değerler ile bir uzlaşma zinhar mümkün görülmezken; mezkur aynı devlet ile ortaklığa girişip muhafazakar muhayyilenin hayal ettiği bazı sosyo-kültürel gelişmelerin bu sayede gelişimini tolere etmenin bu bütünlükçü bakış ile çelişkisi var mıdır? Daha doğrusu ilişki seviyesini ve biçimini bu çıtada kabul ettikten sonra, ÇİD’in İslam coğrafyaları için arzuladığı hakiki özgürlük ve adalet yolculuğu nasıl yerine getirilecektir? “Biz aslında yüksek ideallere sahibiz, fırsatlar geliştikçe bunları hayata geçireceğiz ama ehven-i şer boyuttaki bu iktidar-devlet ilişkisine toplumsal maslahat adına şimdilik tahammül ediyoruz!” diye mi düşünülmektedir?
Sorunumuz, önceleri bizatihi “modern devlet”in kendisiyle idi. Her ne şart ve koşulda olursa olsun değişmeyecekmiş gibi görünen bir karşıtlık-zıtlık ilişkisi idi bu. Bilahare kendisini “bu devlet”e dayatan ve halkın genelinin sahici maslahatları adına icrada bulunan bir hükümet yapısıyla birlikte gidişatı, gidişatın niteliğinden ötürü haklı olarak onaylayan bir desteğe dönüştü. Gidişatın nitelikleri, ortak iyiye dönük ilkeselliği burada belirleyici idi. Daha doğrusu böyle olmalıydı. Ama son birkaç yıl içindeki tutum alışlar bunun ilkesel zeminden ziyade kimliksel bir anlamı olduğunu ortaya koydu. Zira kendisine destek olunan hükümet, daha önce karşı olunan ve inşa ettikleriyle mücadele halindeki “o devlet” ile bir tür ortaklık ve benzeşme süreçlerine doğru evrildi. Peki bu durumda baştan bu yana “bütüncül kimlik” kavrayışından şüphe etmediğimiz ÇİD mensupları ya da genel anlamda muhafazakar kitlelerin bu evrede yaşadıkları sorun ne idi? Yitik bir iktidarı onyıllar sonra görece ele geçirmiş olmanın “mütmainliği” dışında, yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğu da açık değil miydi?
Yaşadığımız Güç Sınavı Değil, Zihniyet Sorunu!
Sorun şu ki, bu sadece bir güç/iktidar sınavı meselesi değil; gerçeklikle bağı sorunlu köklü bir zihniyet sorunudur! İddiası büyük ama iddianın altını doldurma konusunda “kendini yeterli görme” ve dünyayı, hayatı, sistemi, sünnetullahı okuma noktasında biriken zaafların önümüze koyduğu bir faturadır bu! Aslında daha önce mikro alanlarda yaşanmış olan ama kimliklerin ve o kimliklere sahip çıkma kutsanmasının üzerini örtmesi yüzünden bir türlü muhasebe sahasına sürülemeyen “sorgulamayışların” ürünüdür.
Bir devleti yönetirken gerekli olan ilkelerin, mikro planda da uygulanmasının gereklerinin kavranamaması ya da ataerkil yapılaşmalar yüzünden ötelenmesinin bir tezahürü, kümülatif sonucudur. “Temiz kalma” adına bir çözüm ürettiğini düşünüp “Bana benden başkası lazım değil” düşüncesiyle hareket edenlerin, gün gelip, sahici insani gereklilikler ya da kimliksel taleplerinden ötürü kamusal alanda ihtiyaçları olan şeyleri bir şekilde yerine getiren bir iktidar yapısına, gönüllü ya da ‘kan kusup kızılcık şerbeti içiyor’ görüntüsüyle hemhal olunmasının serencamıdır olan biten.
İslam’ın ve ‘İman’ın Umdelerini Güncelleme Zorunluluğu
Oysa Çağdaş İslam Düşüncesi’ne bağlı yolculuk yapanların, bugüne ilişkin Allah’a karşı sorumluluklarını güncelleme zorunlulukları vardır. İslami ve imani konuların hiyerarşisini çağdaş formlar eşliğinde bugünün ihtiyaçlarına binaen belirleme, üzerinde fırtınalar koparacak şekilde tartışma ve pratiğe dökme zorunluluğudur bu. Hikayenin başından bu yana ektiği tohumlarla bize düşmanlık ettiği düşünülen “o devlet” ve şimdilerde bizleri de çepeçevre kuşatan yukarıdan aşağıya uygulamaları ve çiğnediği ilkelerle sahici ve “devrimci/ıslahatçı” biçimde hesaplaşmanın gerekliliğidir bu.
Evet, bunun içinde yakın çevrelerden başlamak kaydıyla seküler kesimlerle sahici bir “tanış” olma ve hukuk geliştirme zorunluluğu vardır. “O devlet”in de katkısının hatırı sayılır olduğu bölünmüş alanlara müdahalenin kaçınılmazlığı.
İfade özgürlüğünü,
Hukukun üstünlüğünü,
Adaleti,
Emanet kavramını,
Şeffaflığı,
Hesap verirlik ilkesini,
Denetim mekanizmalarını, birer ütopik mügalata gibi, modern devletin bürokratik işleyişine dair liberal idealler gibi görüp zımnen ve direkt-dolaylı tahfif etmenin/önemsizleştirmenin önüne geçip bunların aynı zamanda birer iman konusu norm, postulat olarak görülebilmesini sağlayacak açılım ve tartışmalara herşeyden fazla önem atfetmek gerekmekte.
Ekonomik rasyonalitenin -korkulduğu ve uzak durulduğu kadar bilinmez olmayan- işleyişiyle diğer sorunlar arasındaki bağı sorgulamayı,
Milliyetçilik, ırkçılık, yoksullaşma, yolsuzlaşma, fahşa, yozlaşmayla ilgili yukarıda saydığımız ilkesellikler arasında kopmaz bağlar olduğunu; cinsiyetçi ahlaki konuları önemsediğimiz kadar bu konularla hemhal olmanın “bizden” sayılan iktidar ile ilişkileri de belli bir hukuka oturtacak, kendini düzeltmesi gayretlerini içerecek, düzeltmediği takdirde şiddetli eleştirilere maruz bırakacak kurallı bir ahlaki meşruiyet alanı oluşturacağı unutulmamalıdır!
“İyiliklerini Desteklemek, Kötülüklerini Eleştirmek” Ölçüsünü Teraziye Vurmalıyız!
Bu köklü sorgulamalar yapılmadığı takdirde, zihniyet dünyamız ilkeleri soyutlayıp erteleyen ama kimliği kutsayan kısır döngü içerisinde yozlaşmasını daha da gelişerek sürdürecektir.
İktidara “kökten destek verenler ile cepheden karşı çıkanlar” ikileminde bir denge/vasat tutturma adına “yaptığı iyi şeyleri destekleriz, kötülüklerini de eleştiririz” mottosu, bir dönem için belki ama bugün geldiğimiz seviyede adil ve sahih bir ölçü değildir.
Birincisi, burada sayılan her iki tutum sahibi de zaten genellikle kimliksel düzlemden eleştiri yapmaktadırlar. Öncelikle bu hususun gözden kaçırılmaması gerekir. Zira her iki tutum da, sahiplerinin birbirlerine karşı konum alışlarını beslemektedir. “Tam savunan” ile “Herşeyine karşı çıkan” kesimlerin ana motivasyonu kimlikseldir.
Öte yandan, “Yaptığı iyi şeyleri destekleyelim, kötülükleri eleştirelim” diyenlerin de tavrı “eleştireyim ama ona da bir şey olmasın” kıvamında yine kimlikseldir. Üstelik gerekli eleştiriler yukarıda saydığımız ve aslında sistemin de dönüşümünü talep eden tarzda kökten değildir. O ilkelerin çiğnendiği sayısız örnekten sadece bir kaçını gündemleştirip genel manada “eleştireyim ama ona da bir şey olmasın” kıvamında destek mahiyetindeki hususların dengesizliğini göremeyen bir körlük oluşturmaktadır bu durum. Evet, belki iktidara yapılan her eleştiri doğru olmayabilir, bazıları abartılı da bulunabilir ama bunları özellikle öne çıkartıp gayet vahim olan yargısal, siyasal, ekonomik, sistemsel, toplumun hatırı sayılır kesimlerine ve ülkeye zarar veren ana meselelerde sıkı takip, sert eleştiri, yapıcı çözüm önerileri gibi bir yol güzergahı belirlenmezse, toplum karşısında da “Güvenilir bir topluluk olma” hali zedelenir.
Üstelik “yapılan iyi işler” ile “kötü icraatlar” arasında sanki teraziye vurulabilir bir denge, aralarında ayrıntı farklar varmış gibi bu mottoya sarılmak, yapılan yanlışların artık bir habitat halini aldığı ve tersi davranmanın mümkünatının her geçen gün tarumar edildiği bu iklimde, adalet duygusuna da zarar vermektedir. Zira yanlışları, aldığı kararlarla milyonların hayatını etkileyen bir iktidar almaktadır. Muhalefet eleştirir, eleştirirken haksızlık da yapabilir ama esas endişe edilmesi gereken husus, icraata konulan meselelerin ivedilikle toplumun bugününe ve geleceğine verdiği zararlardır. Bu zararlar ortaya konarken, konuları gündemlerine almayan ya da eleştirileri “iktidar dövmek” olarak algılayıp saflaşmaya savrulan dindar kesimlerin gördükleri itikadi zararların tazmini de bir o kadar güç olacaktır.
“İyiliği söyleyip, kötülüklerde eleştirmek” ölçüsüne gerçekten adilane biçimde sarılmak, hangi kesimden olursa olsun topluma ziyadesiyle zarar veren yanlışların hiçbirini gözden kaçırmadan, üzerini örtmeden, atlamadan tüm çıplaklığıyla ortaya koyabilmektir. Ancak -bu niyet ve tutum geliştiğinde bile- bunu da sahih ve sarih biçimde yapabilme adına “kendini her konuda yeterli görme” halinin öncelikle sorgulanması, “başkaları”na olan ihtiyacın görülebilmesi gerekmektedir. Onca yargısal problemden bir ikisini zikredip geri kalanlarına siyaseten lal kesilme cenderesinden çıkabilmişsek ne mutlu ama burada da bizi ikinci bir zorlu yol beklemektedir. O da ekonomi, sağlık, çevre vb. habitatı oluşturan pekçok problemde bunları doğru kavramak, gerçekten sorunları tespit adına bizim dışımızdaki başta yakınımızdaki ‘yetişmişler’ olmak üzere, farklı çevrelere kulak kabartmak, mezkur konularla ilgili uzman düzeyinde şahsiyetler ya da sivil toplumsal faaliyet sürdürenlerin birikimlerine, tecrübelerine göz atmak gerekecektir. Öznel alanlarımızı ilgilendiren konularda toplumun farklı kesimlerine nasıl katkı sağlamak zorunda isek, tek başımıza üstesinden gelemediğimiz/gelemeyeceğimiz alanlarla ilgili direkt-dolaylı yardımlaşmayı önemsemek zorundayız. Bu zaviyeden bakıldığında aslında “ümmet” dediğimizi çerçevenin genişletilip ilkeler düzleminde yakınlaşmaların oluşması Çağdaş İslam Düşüncesi ve bağlı hareketlerinin kendilerini de geliştirecektir. Bizim ya da “diğerleri” için bundan başka, farklı, alternatif bir yol görünmemektedir. Bu, hep birlikte bir “kazan-kazan” yöntemidir. Kimlikleri tahrif eden değil, aksine koruyan, ufuk kazandıran ve geliştiren bir tarz.
Çağdaş İslam Düşüncesi mensuplarının bu yol üzere kendilerini yenileyeceklerine, topluma güven vererek, İslam dünyasındaki sistemlerin dönüşümünü toplumun farklı duyarlı kesimleriyle birlikte dönüştüreceklerine inancımız tamdır. İfade ettiğimiz hususlarda bir zihniyet dönüşümü desteklenir ve pratikleri sahaya yansırsa, Ortadoğu İntifadaları/Arap Baharı provasının ardından bu süreçlerin daha da kavileşmiş ve olgunlaşmış şekilde yeni baharlara yol açacağı izahtan varestedir.
Yorumlar
Yorum Gönder