Ana içeriğe atla

Zihniyet, kurallar ve ahlak 06.06.2020

Gelecek Partisi ekonomi kurmaylarından, 2008-2011 arası Merkez Bankası’nda başkan yardımcılığı yapmış, Borsa İstanbul A.Ş.’nin eski başkanı İbrahim Turhan’ın KararTV’de yayınlanan programı bu yazının başlığını attıracak içeriklere sahipti.

 

Sadece bir ekonomi sohbeti olmanın ötesinde ahlak, adalet, üst normlar, zihniyet dönüşümü ve bütün bunların sosyo-kültürel sindirimi üzerine arşivlik bir program oldu. Tüm ekonomik veriler, tablolar, dönem karşılaştırmalarının ötesinde program, kurallar ve kurumlar olmadan sadece yönetişim değil, adalet ahlakının da yok olacağı temeli üzerinden yürüdü.

 

Hatta öyle ki, Bakan Albayrak’ın Çin’i kastederek, ‘demokrasi olmadan da ekonomik kalkınma gerçekleştirilebileceği’ni ima eden “Dünyada en çok yatırım çeken ülkenin hangi ülke olduğunu biliyorum ama bu ülkede demokrasi yok” sözlerini nakzetmeye dönük İbrahim Turhan’ın veriler üzerinden delillendirmeleri ve Çin sisteminin işleyişine dönük ortaya koyduğu tablo, aslında altyapısında ontoloji, epistemoloji ve ahlakilik üzerinden yürüyen bir tartışmanın görünen yüzünü oluşturmaktaydı:

 

  • İnsanın özgürlüğünü olabildiğince sağlamaya çalışan adil bir sistemin her alandaki üretimsel getirileri ve bunun karşısında insan onuru ve özgürlüğünü hiçe sayan baskıcı bir sistemde sağlanan güçlenme ve büyümenin bile nasıl bir çürüme, yozlaşma ve esaret içeren bir hayat iklimi oluşturacağı,

 

  • Kurumların tecrübi evrensel kurallara bağlı olarak istikrarlı, öngörülebilir işleyişinin eminlik/güven sağlamada yegane kriter olduğu,

 

  • Ahlakiliğin de kurallara ve üst normlara bağlı olunmak kaydıyla garanti altına alındığı, hatta bunlara ilişkin bir vurdumduymazlık, savurganlık, oyun bozuculuk/hile halinin -sosyalist, milliyetçi, muhafazakar- hangi iddialı kimlik sahiplerinden sadır olursa olsun ahlaksızlığı teşvik ve inşa anlamına geldiği,

 

 

  • Yasalar ve kuralları rasyonel bir çaba ile tespit etme ve tespit edilen bu kurallara bağlı kalmayı taahhüt altına almanın aslında hem metafizik hem de fizik boyutlarının bulunduğu, (dini ya da seküler bir üst normlar hiyerarşisine bağlı olma ve buna ilişkin bir mekanizma/kurumsallaşma oluşturma)

 

Sadece normları tespit de yetmiyor, üst normlar olmadan yasalar ve kurallar da anlamını bulamıyor, uygulanmasına dönük garantili bir ortam oluşamıyor, bu düzensizlik ahlakı da buharlaştırıyor.

 

Başka bir açıdan yaklaşırsak, kurallılık da tek başına yeterli gelmiyor. Kuralları kadim tecrübeler ve yaşanmışlıklara dayalı olarak tespit etmiş olan Batı’nın, bunları işine geldiğinde çiğnemesi örneğinde olduğu gibi.

 

Tersi de vaki. Evrensel olan tecrübi kuralların salt Batı’ya ait olduğu zannıyla tahfif edilirken en sağlam soyut metafizik üst normlara bağlılık iddiasının yozlaşma iklimine bir cevap üretememesi, hatta meseleye yanlış yerden baktığı için “kendi içinde kapalı bir ahlak” oluşturmanın ötesinde, evrensel olarak insana, doğaya, hayatın döngüsünü sağlayan mekanizmalara ilişkin sağlıklı bir perspektife kavuşamamayı, hatta bu döngünün içinde ahlak sorunları yaşamaya mahkum olmayı beraberinde getirmekte.

 

Bu “kendi içine kapalılık” aynı zamanda kendini yeterli görme/müstağnileşme, başkalarına hatta “öteki” olarak kodlanmış olana ihtiyaç olmadığı vehmine kapılmaya sebebiyet vermekte. Bu siyasette de, topluma yansıyan boyutlarda da böyle. Hakikate giden yolları “örtme”de devlet yalnız değil.

 

Kimlikçi “Doğruculuk” Müstağnileşme ve Hakikatin Perdelenmesini Getiriyor

 

 

İşte buna kısaca “kimlikçi” tutum diyoruz. Bu tutum, meşruiyeti kendinden menkul bir “doğruculuk” alanı oluşturmakta. Doğruluğu ve bunun emek harcanmadan “korunmasını” bizatihi kimliğin kendisine atfetmekte. Ulaştığı “doğrular”ın biricikliği zannıyla, bu “doğruların” dünyaya çözüm sunma noktasında da yeterli olduğunu, başka tecrübelerle sınanmasının gerekli olmadığı duygusunu beslemekte. Ve hepsiyle birlikte, kurallılığın evrensel değerini ıskalayıp, yerine daha uygun olanını koyamadığı kurallar üzerinde şüphe oluşturmayı (aslında bunları tartışmaya cesaret edememeyi) maharet saymakta.

 

Halil Berktay’ın Serbestiyet’te yazdığı “Ben de bir Troldüm” başlıklı harika yazı da aslında konuyla göbekten bağlı bir mahiyet içermekte: Sabah kalkıp “beni/kimliğimi/durduğum yeri doğrulayan hangi gelişme olmuş; “öteki”ler bugün beni doğrulayan hangi saçmalıklara imza atmışlar avcılığını değerler sistemini, eldeki doğruları korumaya dönük yegane motivasyon olarak görüp, kendine ait olduğu varsayılan yorum ve bakış açılarını asla sorgula(t)maya izin vermeme hali. Arka plan sebepleri meşru ya da gayrı meşru farketmez (bunu dünyalık menfaat adına yapmak ile canını ortaya koyacağın bir ideoloji adına serdetmek arasında sonuçları itibariyle bir fark olmamakta) bunun yarattığı sonuçların gayrı ahlakiliğinin önemsizleştirilmesi, hatta doldurduğu alanın mistifike edilip kutsallaştırılmasıdır aslolan.

 

Kısacası, ahlakı oluşturan şey sağlam bir ontoloji ve o ontolojik halin korunması kadar, nasıl korunacağına dair kafa yormak ve bunun kurallardan ve kurallara/yasalara bağlılıktan başka bir çözümünün henüz insanlık tarihinde üretilmediğini kavrayabilmektir.

 

Ahlakın kendisi ve korunması, onun inşasını gerektiren konulardan bağımsız değildir. Bunun üzerine düşünmek ve eylemek, iman edip salih amel işlemektir. Peki neye iman edeceğiz sorusu kadar, o imanın altını nelerle dolduracağız sorusunun cevabı da bir o kadar önemlidir. “Allah’a yaklaşmaya yol arıyorsak” bunun ıslah edici amellerden geçtiğini biliriz.

 

“Peki, nedir Allah’a yaklaşmak?”, “Nedir bu salih ameller?” dediğimizde, sadece dar anlamda gücümüzün yettiği hayırhah işler değil, aynı zamanda kurumlar ve kurallar eliyle milyonların hayatına dokunan ekonomik, siyasi, toplumsal konular olduğunu görmek çok da zor değildir. Selim bir akılla düşündüğümüzde, kurallar ve kurumlar üzerine düşünmenin “Allah’a yaklaşmaya yol aramak” olduğu, takva olduğu, bunları tahfif edip önemsizleştirmenin “kabile/aşiret inancı” olduğu görülür. Nitekim, evrensel ahlakı yakalamak, evrensel insanlık tecrübesi olan sistemsel kural ve kurumlarla yüzleşmeyi, hesaplaşmayı, yakaladığı doğruları çözüm olarak kabullenmeyi gerektirir. Bunları inkar, aslında evrensel çözümleri inkardır! Yani ahlakın buharlaşmasını, yozlaşmayı, çürümeyi, düzensizliği dolaylı olarak kabul etmek demektir.

 

Ahlakı “fıtri vicdan” olarak niteleyip özsel olarak savunmak değerli olduğu kadar, bunun korunmasına ilişkin kural ve kurumlarla olan bağını kuraramamak da farkında olmadan gayrı ahlakiliği insanın mukadderatı olarak kabullenmeyi beraberinde getirir. Ahlakı felsefi/kelami olarak onca tanımlama çabalarına karşın karşılık bulma noktasında zorlanmak, eleştirel zihniyete kapıyı kapatmışlık, farklı fikir ve tecrübelerin değerini kavramak istemeyiş, hukukun, adaletin, bunları koruyan kurallarla bağlantılı olarak el üstünde tutulmasının bekaya zarar vereceği zannı üzerinden geliştirilen güvenlikçi, dogmatik ve “kaderci” görüşler üzerinden şekillendiği unutulmamalıdır. Bizlerin bu korku ve dogmalara mesafeli olduğumuz zannı, aslında önümüze dikilen bir duvardır. Aşılması gereken bir engeldir.

 

Kimlikçi tutum, ileride uygulanma zemini bulacağını varsaydığı üst normlara karşılık, bugün tecrübi birikimle sağılmış ve işlerlik içinde olan normları tahfif eder. (Bunlarla kendi idealleri arasında ciddi yakınlıklar olduğunu fehmedip itiraf etmekten çekinir.) Bu tahfifin ahlaka zarar verdiğinin farkında olmaz.

 

İdealler üzerinden sürekli sorunları konuşup, insanlık mahsulü olan çözüm önerilerine gereken değerin verilmemesinin de ahlaka da adalete de ne türden bir zarar verdiğini hesap edemez. Görse de kabilevi paradigma buna izin vermez.

 

Bu durum mahallelerden cemaatlere, sivil toplumdan devletlere kadar böyledir.

 

Oysa bireysel olarak düşünüp davranırken bile kendini bütün bir toplumdan sorumlu “devlet gibi” görmek; hatta bir uluslararası organizasyon gibi düşünüp çözüm üretmeye çalışmak önemli ve değerlidir. Bu ameliye insanın/cemaatin/toplumun/devletin ufkunu genişlettiği gibi, ahlakın normlara bağlı zeminini de güçlü kılar.

 

Velev ki birileri bu normları acıktığında yiyedursun, bizim ahlaki meşruiyetimizi karşı konulamaz biçimde tescil eder…

 

***         

 

Hamiş: İbrahim Turhan’ın bu konunun somut altyapı unsurlarını oluşturan arşivlik röportajını farklı veçhelerden bilahare değerlendirelim

 

İzlemek isteyenler için: https://www.youtube.com/watch?v=VcJUtrqffRM

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEHMET ŞİMŞEK İLE HASBİHAL

  Sayın Şimşek sözlerimiz size, tekil olarak şahsınıza. Geleceğinizi duyduğumuzda tüm ümit kırıklıklarımıza, tüm birikmiş öfkelerimize rağmen nasıl da umutlanmıştık. İşinin ehli, rasyonel politikalara yol verecek, gelirken kimbilir ne pazarlıklar etmiş, birilerine rağmen göğsünü entrikalara siper etmiş, mevcut sistemin tüm olumsuzluklarının sürdüğünü bildiğimiz halde, doğru bildiklerinden asla taviz vermeyecek idolümüz olmaya adaydınız! Yalnızca biraz zamana ihtiyacınız vardı ki ondan da bizde bolca vardı. Son yedi yılı yara berelerle atlatmış gaziler olarak, ümitlerimizin kırıntılarını tane tane toplayıp soframıza koyacağınızı dört gözle beklemekteydik! Bizi seraptan uyandıran şey Meclis konuşmanız oldu. Tüm “acabalar”a rağmen artırmaya çalıştığımız umutların bir kez daha törpülenmesine sebebiyet verdi. Onca yaşadığımız kabustan sonra zihinlerde “Rasyonel politikalar gütmeye çalışan bir teknokrat” olarak kalmanız iyi olurdu. Selefleriniz kötü yönetime beceriksiz siyasetlerini ...

Hoca derslere devam ediyor (2) 05.06.2020

“Bugün, Türkiye’de bir ekonomik kriz yaşadığımız için siyasal kriz yaşamıyoruz. Tam tersine,  bir siyasal kriz, hukuk krizi, adalet krizi ve en önemlisi yönetim krizi yaşadığımız için ekonomik kriz yaşıyoruz.”   Hocanın 1 Haziran konuşmasındaki bu sözleri hukukun keyfileşmesi, adaletin erimesi, özgürlüklerin baskı altına alınmasının ülkelerin ekonomik ve sosyal krizlere kapılmasındaki sebep-sonuç ilişkileri yasasını özetliyor. Sebepler zincirinin sonucu olan siyasal krizler ekonomik yönetimindeki çelişkileri de, krizleri de tetikleyip derinleştiriyor.   Bu meyanda virüs salgınıyla literatüre girip kullanılan “normalleşme” olgusunun, sadece berberlerin, AVM’lerin açılmasına atfen değil, memleketin diğer sorunlarıyla bağlantılı sadra şifa yönelimler için vesile kılınması niyazıyla ilkesel boyutta irdeliyor hoca:   “Bu nedenle, normalleşme kavramını ülkenin nefes borularının açılması, dinamizminin önündeki engellerinin kaldırılması ve gençlerimizin yaratıcılığını körelt...

'Koronavirüs ve Göçmenler' raporu 05.04.2020

Korona günlerinin mağdur kesimlerinden biri de hiç şüphesiz ki göçmenler. Hele ki evlerinde ol(a)mayan, sınırlarda, göç merkezlerinde, kamplarda bulunanlar açısından olduğu kadar, evlerinde oldukları halde çalışma imkanları olmayan, hastaları bulunan, geçim imkanı bulunmayıp muhtaç halde olanların durumu daha da zor. Dile kolay, dört milyon civarı insandan söz ediyoruz ve bunların önemli bir kısmı toplumun dezavantajlılar katmanında.   Bugünlerde özellikle irili ufaklı sivil yardım kuruluşlarının -kendi canlarını da riske ederek- ortaya koydukları çabalar gerçekten takdir edilesi. Ancak bazen onların da yetersiz kaldıkları çok fazla örnekle muhatabız. Geçenlerde partimiz kurucularından Fatma Aydın Ataş hanımefendinin haber alıp yanlarına koştuğu down sendromlu çocuklarının da olduğu bir ailenin durumu içler acısıydı. Öylesine ki, yanan evlerinden kalan hiçbir eşyaları da olmadığı halde, Suriyeli komşularının verdikleri ödünç eşyalarla durumlarını idame etmekteydiler. Sağolsun Fatma...