Ana içeriğe atla

Adalet, zor zenaat 15.04.2020

Maltepe Ceza İnfaz, Ankara Açık Ceza ve İnfaz Kurumları… gibi yerlerde belediye otobüsleri ve cezaevi minibüsleriyle tahliyeler başladı, lakin infaz yasasıyla ilgili tartışmalar büyüyerek devam ediyor.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan konuyla alakalı çok az demeç verdi. Dikkat çekenleri şunlar:

 

“Milletimizin ve kamu vicdanının hassasiyetlerini de dikkate alarak hazırlanmıştır…Sistemin işleyişini hem mağdurlar hem suçlular açısından çok daha adil bir hale getirmeyi amaçladık.”

 

Milletin bir bölümü açısından öyle olabilir ama kayda değer bir bölümü açısından pek öyle olmadığı açık. Öte yandan pek çok “suçlu” açısından öyle ama her türlü mağdur açısından da yine öyle olmadığı su götürmez berraklıkta.

 

Hem siyasetin hem de kişilerin mağdur ettikleri açısından “silah sıkan-twit atan” mukayeseleriyle tartışmaların tansiyonunun da yükseldiği bir vasatta bazı farklı hususlara da dikkat çekmekte fayda var.

 

Evet, daha en başta usul ve yöntem hataları yapıldı. Teklif ‘Benyaptımoldu’ hızı ve tarzıyla partiler arasında, barolarda, toplumda tartışılamadan yasalaştı. Özel ya da kısmi af denebilecek bir muhteva arzederken affa ‘af’ denemedi. Mecliste de anayasaya aykırı bir usulle görüşüldü.

 

‘Eşitlik ilkesi’ ve ‘Ayrımcılık yasağı’ es geçildi.

 

Ciddi manada muhteva eksikleri ve hataları var.

 

Tamam, “suç ve cezanın denkliği”, “objektiflik”, “ölçülülük”, gibi ilkelere uyulmadı.

 

Cumhurbaşkanının daha önce ifade ettiği ve bu süreçte çokça hatırlatılan “Devlet kendine karşı suçları affedebilir, kişilere karşı suçları affedemez” ilkesi unutuldu.

 

Yasa “ilkelere”e göre değil, adeta “kişilere”e göre hazırlandı. Daha doğrusu, “suçların” infazının düzenlenmesinden ziyade, hangi “suçlular”ın cezasının indirileceğine bakıldı. Tutarsızlıklar ortaya çıktı.

 

Bu konulardaki teorik-ilkesel hatırlatmalarına aşina olduğumuz ve istifade de ettiğimiz Taha Akyol, bugünkü yazısında daha da öteye giderek, faili mağdurun affetmesi konusunun bile modern hukukta sadece tazminatla sınırlandığı ama davanın düşmeyip kamu davasına dönüştüğünün altını bile çizdi. Hatta Hayrettin Karaman’a referansla İslam hukukunda kamu hukuku olmadığı, bunun Abdülhamid döneminde Fransa’dan alındığı ve iyi de yaptığımızın altını çizdi!  

 

Prof. İzzet Özgenç cumhurbaşkanına bir çağrı metni yazarak;

 

“Öncelikle faille mağdur arasında barışmayı sağlamak ve dolayısıyla, failin topluma yeniden kazandırılması amacına hizmet edecek mahiyet taşıması gerekir. Zira, faille mağdur arasında barışmayı temin etmeyen veya edemeyen bir yaptırım sisteminin toplum barışına katkı sağlaması ve suçlunun yeniden topluma kazandırılması amacına hizmet etmesi beklenemez.”

 

El hak, ilksel olarak bu da doğru.

 

Hatta pratikte de, adi suçlarda mağdurların gözetildiği iktidar cenahının iddiaları da doğru değil. Maddi-manevi bir tatmin ve tazmin içeren hiçbir çalışmanın yapılmadığı da ortada.

 

Üstelik kim istemez ki İslam hukukunun da önerdiği böyle mekanizmalar kurulmasını.

 

Suç ve suçlu üreten ceza yasalarının/hükümlerinin gözden geçirilmesini.

 

Hem de hepsini birden isteriz.

 

Hele ki siyasi “suçlar” ve “suçlular” meselesi tam anlamıyla kadük kaldı. Konu bile edilmedi.

 

Hele, hala masumiyet karinesi ilkesinden istifadeleri devam eden tutuklular. Yüksek yargıya ait olmayan, siyasi hesaplar içeren haksız kriterlerle yargılanmış ve ‘Adil Yargılanma İlkesi’nden istifade edemeyen hükümlüler.

 

Say ki say.

 

Bütün bunlara ilişkin perspektif.online sitesinde “İnfaz Yasa Tasarısı ve Adalet” başlıklı yazımızda değerlendirmelerde bulunmuştuk.

https://www.perspektif.online/tr/siyaset/infaz-yasa-tasarisi-ve-adalet.html

 

Hepsine tamam. Tabii noktalı virgülle. Mesela şu “kamu hukuku” fetişizmi beni hep rahatsız etmiştir. “Mağdur affetse devlet affetmez” gibi bir tutumla meseleye öyle kolayca nokta konabileceğini düşünmüyorum; lakin bu başka bir tartışmanın konusu. Benim burada kastettiğim, mesela İzzet Özgenç, altına imza da atılabilecek bir teorik doğruya vurgu yaparken, aynı zamanda pratikte tersten “hiç kimse dışarı çıkmasın” da demiş oluyor. İşte buna itirazım var.

 

İktidarın “irtikap, zimmet…” diye başlayıp devam eden suç ve suçlularla ilgili “merhameti” göz yaşartırken, üstelik bunu icra edip emanete hıyanet eden, yani sadece kişilerin hakkına tecavüz değil, kamusal emanete de ihanet edenlerin bir gün bile içeride kalmadan çıkacak olmaları (yani siz geriye doğru gidip mesela 2019’daki bir yolsuzluk ile ilgili mahkeme kararı alsanız bile bu kişileri bi rgün bile içeride tutamayacaksınız bu infaz matematiğine göre) elbette her türlü vicdanı ve adalet duygusunu zedeler.

 

Ama…!

 

Bu infaz yasasının tüm handikaplarına karşı çıkıp daha iyisi nasıl olur üzerine kafa yorarken, Türkiye’deki ceza ve infaz sisteminin ne türden sorunlar içerdiğine ilişkin de kafa yorup pratikte en azından bazı sorunların giderilmesini herhalde zamana bırakacak değiliz.

 

Yapılan resmi çalışmalarda istatistiksel olarak ortaya konduğu üzere, dosyaların yüzde ellisinden fazlasının sorunlu olduğu bir adalet ve yargı sistemimiz var. Batı’da bunun azami yüzde 15-20’lerde olduğu ifade edilmekte.

 

Yani olmayan ve muhtemel gelecekte inşa edilmesini arzuladığımız bir ideal kurumsal boyut önerirken, halihazırdaki “adi suçluları” da kolay harcayan bir dil de doğrusu bana adil gelmiyor. Siyasilerle ilgili hatırlatılan ölçüler zaten baki. Ona aklı başında kimsenin bir sözü olamaz. Ama doğru mekanizmalar işletilmese, muhteva sorunları olsa bile bir de insan unsuru dediğimiz bir olgu var. Hele ki korona günlerinde, -tabii ki iktidarın tercihleri ve suçu olan- tıka basa dolmuş, istiap haddini fersah fersah aşmış cezaevleri var.

 

Yeni siyasi suçluları içeri rahat tıkabilme motivasyonuyla hareket ediyorsa bu iktidar, hep birlikte cepheden eleştirelim elbet. Ama bunu eleştirirken, mükerrer olmayan suçlardan, pişmanlık duydukları eylemlerden, belki de olabildiğince sorunlu delillerle haksız hükümler almış insanların beklentilerini sönümlendirerek yapmayalım bunu.

 

Teorik doğruları, ideal olanı ifade ederken geldiğimiz/geleceğimiz nokta “hiç kimse çıkmasa iyiydi” gibi bir yer de olmamalı. Meselemiz teorik doğruların, ilkesel olan ile güncel sorunun çözümünün birlikte irdelenebilmesinde.

 

İlkesel olan ile gerçekleri birlikte mezcedip buluşturma azmiyle hareket etmek gerek. Bir de bizler de -her ne kadar hükümetin yanlış uygulamalarının bir birikimi olsa da- korona günlerinden geçtiğimizi de unutmamalıyız.

 

Evet iktidar, bunu araçsallaştırdı. Derdin merkezinde keşke ağırlıklı olarak korona olsaydı da daha adil olması muhtemel bir yasa yapabilseydi. Ya da tüm uyarıları dikkate alan, evrensel hukuk kriterlerine azami dikkat gösteren bir çerçeve çıkabilseydi.

 

Ama bari biz, bazı temel hukuki yorumlarımızla insanı, bazılarıyla da koronayı buharlaştırmayalım!

 

Tartışmalarımız, uyarılarımız, zaaf ve boşluklara yönelik önerilerimiz, siyasi eleştirilerimiz devam etsin. Yeni İnfaz Yasası çalışmalarımızı ortaya koyalım. Ama iktidar doğru düzgün bir ıslah ve rehabilitasyon mekanizması üretemedi diye insanların umutlarını, ailelerin sevincini de başka baharlara ertelemeden, kursaklarında bırakmadan yapalım bunları.

 

Bu ceza ve infaz sisteminin bazı masumları içeride tutarken bazı suçluları bu derece kolay dışarı salması insanın ağırına gidebilir ama o “bazı suçlular”ın içinde de “bazı suçsuzlar” bulunabilir.

 

Bir hadis-i şerif ve evrensel hukuk kaidesi olan şu ilke de bu tartışmalarda bir yerlere not edilsin:

 

Devlet başkanının afta hata etmesi cezalandırmada hata etmesinden hayırlıdır" (Müsned, V, 160)

 

Hamiş: Muhalefet ancak bu kadar kötü bir sınav verebilirdi bu infaz yasası konusunda. Oylamaya katılım meselesinden, insanları kimliklerine göre ayırıp tutuklatmaya, tahliyesini engellemeye hatta ceza almasını sağlamaya çalışan motivasyonuyla iktidarın performansını aratmıyor doğrusu. Sözü uzatmayayım, bunu bugün Karar’da Yıldıray Oğur o kadar güzel yazdı ki.

https://www.karar.com/adaletin-sesi-neden-mi-duyulmuyor--1556644

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEHMET ŞİMŞEK İLE HASBİHAL

  Sayın Şimşek sözlerimiz size, tekil olarak şahsınıza. Geleceğinizi duyduğumuzda tüm ümit kırıklıklarımıza, tüm birikmiş öfkelerimize rağmen nasıl da umutlanmıştık. İşinin ehli, rasyonel politikalara yol verecek, gelirken kimbilir ne pazarlıklar etmiş, birilerine rağmen göğsünü entrikalara siper etmiş, mevcut sistemin tüm olumsuzluklarının sürdüğünü bildiğimiz halde, doğru bildiklerinden asla taviz vermeyecek idolümüz olmaya adaydınız! Yalnızca biraz zamana ihtiyacınız vardı ki ondan da bizde bolca vardı. Son yedi yılı yara berelerle atlatmış gaziler olarak, ümitlerimizin kırıntılarını tane tane toplayıp soframıza koyacağınızı dört gözle beklemekteydik! Bizi seraptan uyandıran şey Meclis konuşmanız oldu. Tüm “acabalar”a rağmen artırmaya çalıştığımız umutların bir kez daha törpülenmesine sebebiyet verdi. Onca yaşadığımız kabustan sonra zihinlerde “Rasyonel politikalar gütmeye çalışan bir teknokrat” olarak kalmanız iyi olurdu. Selefleriniz kötü yönetime beceriksiz siyasetlerini ...

Hoca derslere devam ediyor (2) 05.06.2020

“Bugün, Türkiye’de bir ekonomik kriz yaşadığımız için siyasal kriz yaşamıyoruz. Tam tersine,  bir siyasal kriz, hukuk krizi, adalet krizi ve en önemlisi yönetim krizi yaşadığımız için ekonomik kriz yaşıyoruz.”   Hocanın 1 Haziran konuşmasındaki bu sözleri hukukun keyfileşmesi, adaletin erimesi, özgürlüklerin baskı altına alınmasının ülkelerin ekonomik ve sosyal krizlere kapılmasındaki sebep-sonuç ilişkileri yasasını özetliyor. Sebepler zincirinin sonucu olan siyasal krizler ekonomik yönetimindeki çelişkileri de, krizleri de tetikleyip derinleştiriyor.   Bu meyanda virüs salgınıyla literatüre girip kullanılan “normalleşme” olgusunun, sadece berberlerin, AVM’lerin açılmasına atfen değil, memleketin diğer sorunlarıyla bağlantılı sadra şifa yönelimler için vesile kılınması niyazıyla ilkesel boyutta irdeliyor hoca:   “Bu nedenle, normalleşme kavramını ülkenin nefes borularının açılması, dinamizminin önündeki engellerinin kaldırılması ve gençlerimizin yaratıcılığını körelt...

'Koronavirüs ve Göçmenler' raporu 05.04.2020

Korona günlerinin mağdur kesimlerinden biri de hiç şüphesiz ki göçmenler. Hele ki evlerinde ol(a)mayan, sınırlarda, göç merkezlerinde, kamplarda bulunanlar açısından olduğu kadar, evlerinde oldukları halde çalışma imkanları olmayan, hastaları bulunan, geçim imkanı bulunmayıp muhtaç halde olanların durumu daha da zor. Dile kolay, dört milyon civarı insandan söz ediyoruz ve bunların önemli bir kısmı toplumun dezavantajlılar katmanında.   Bugünlerde özellikle irili ufaklı sivil yardım kuruluşlarının -kendi canlarını da riske ederek- ortaya koydukları çabalar gerçekten takdir edilesi. Ancak bazen onların da yetersiz kaldıkları çok fazla örnekle muhatabız. Geçenlerde partimiz kurucularından Fatma Aydın Ataş hanımefendinin haber alıp yanlarına koştuğu down sendromlu çocuklarının da olduğu bir ailenin durumu içler acısıydı. Öylesine ki, yanan evlerinden kalan hiçbir eşyaları da olmadığı halde, Suriyeli komşularının verdikleri ödünç eşyalarla durumlarını idame etmekteydiler. Sağolsun Fatma...