Ana içeriğe atla

Tartışıyor muyuz gerçekten? 30.07.2020

Hangi konu olursa olsun “Tartışıyor gibi” yapmaktan kendimizi alamıyoruz. Bir bakıma, kronik toplumsal konularda herkesin her konuda fikir serdetmesinden kaynaklı bir durum bu. Diğer açıdan da, mahalli olarak kapsadığımız alana halel gelmemesi adına takındığımız tutumlar var. Yani tartışma hangi boyutta yol alırsa alsın, öncelik, bizim takıma halel gelmemesi. Bu da sonuçlardan yola çıkarak ideolojik tutum alışları besliyor. Meselelerin kaynağına inmek zorlaşıyor. Tam “keşke sadece bilenler konuşsa” derken, uzman zannettiklerimiz de kendilerini aynı sarmalın içinde buluveriyor. Kimbilir, belki de gerçekten sorunlara vakıf olanlar bu keşmekeşte konuşmaktan imtina edip köşelerine çekildikleri, bizler şövalyelerin kılıç şıklatmalarına maruza kaldığımız içindir bu toz duman, bilemiyorum.

 

Ama sonuçta, mahalli tutum, ister istemez belli boyutların öne çıkarılıp başka boyutların ıskalanmasını beraberinde getiriyor. “Derinleşelim” beklentisi, “vakit yok, başkaları zemin kazanıyor” atağına maruz kalıyor adeta.

 

Bir diğer husus da, bir konuda mahalle içinden gelen ve özeleştiri-itirafçılık karışımı eleştirilerin “karşı” taraflara verdiği haz. “Biz de tam bunu söylüyorduk, haklıymışız” sadedinde. Oysa eleştiriyi ağırlıklı olarak mahalleyle sınırlı tutmanın, hem mahalleye hem de karşı tarafa ödettiği bir bedel var. Mahalle, eleştiri dar kapsamlı olduğu için içe kapanıp savunmaya geçerken, karşı cenahlar da özeleştirel bakıştan mahrum kaldıkları haksız bir “haklılık zemini” payesi kazanmaktalar. “Günahın, sorunun hangi parçası bana ait olabilir acaba?” diye sorma zahmetine katlanmıyor. Karşıda bir yerlerde “özeleştiri” olunca, kendini sorgulamaktan ziyade, o konforlu alana hapsolunuyor.

 

Yozlaşma, yolsuzluk, eşcinsellik, rant, baro, ekonomi, hukuk, eğitim, tarım, dış politika, Ayasofya,...ilh; konular “senin konun” “benim konum” kıvamında bir seviyeye maruz kalıyor. İktidara ya da muhalefete yakınlık, konu tercihlerinde, adeta bir hiyerarşi kakafonisi ortaya koyuyor. Kimilerine göre dini simgesel konular gerçeklerin üzerini örtmede araç kılınırken, kimilerine göre de birtakım konuların özellikle görünmez kılınması gerekiyor, muhalefet bunları müzmin bir boyutta kullanmasın ve pozisyonlara halel gelmesin diye. Konuların eğriliği doğruluğuna ilişkin inanma çıtamızı da aslında bu savunmacı duruş belirliyor.

“İnsana dokunan sorunlar bir yana, dini simgesel konular bir yana” diye bakanları eleştiren bazı kesimler, mesela “Memleket meseleleri bir yana şu şu tarihi meseleler, şu anıtlar, şu kişilikler bir yana” diye düşünüp davranabiliyor. Böyle yaptığında, “böyle yapmasına kızdığı” cenahlarla arasında ne türden bir mesafe kaldığını umursamıyor bile.    

 

Mesela iktidar cenahına yakın duran muhafazakar kesimler açısından baktığımızda, genelde ‘gündemde olmasında mahzuru olmayan’ konular ya da “ısrarla gündemleşmesi gerekenler” ile ‘hiç konuşulması istenmeyenler’ olarak ikiye ayrılan bir durum söz konusu. Hepsi eşit seviyede konuşulabilse, belli bir aşama yakalanmış olur halbuki. Hem belki böylelikle, içeriden gelecek eleştiriler iktidara da yol gösterici olabilir. Ama ne mümkün. Herkes, böyle davranarak surda gedik açtırmadığını düşünüyor olsa gerek. Oysa öyle değil. Yavaş yavaş su alan gemide, bu durumu umursamazdan gelmekten farkı yok bu halin.

 

Günden güne siyasetin sarmaladığı alandan çıkarabilmek güçleştiği için hakkaniyet duygusu törpülenmeye devam ediyor. Zira o alan, mikro kimlikleri de sarmalıyor. “Devlet, hukuku işletirse zayıf düşer, zaafa uğrar” anlayışının mikro alanlardaki izdüşümü diyebiliriz buna. Hakkaniyetli eleştiri, sadece “ötekine koz vermeme” bahanesiyle ötelenmiş olmuyor, aynı zamanda artık o eleştiriyi dengeli bir şekilde, çok boyutlu düzlemde yapabilecek kabiliyet de yitiriliyor zamanla.

 

Bir ara Diyanet eski başkanı Prof. Mehmet Görmez, günah-ı kebair’in güncellenmesi gerektiğinden bahsetmişti. Çok önemli bir vurguydu bu. Ama Görmez’e hatırı sayılır bir muhabbet besleyenlerin bile yamacına yanaşmaktan korktukları konu bu.

 

Muhafazakar mahallede siyasetin tartışılmasını istemediği konuları da gündemleştiren, üzerini örtmeyen bir muhalif duruş söz konusu olabilse, bu hiyerarşi sorunu da çözülür aslında. Farklı konularda söylenenlerin de etkisi artar. 

 

Girişte de altını çizdiğimiz gibi, genelde konuların saflaşmaya müsait olanları ilgi çekici oluyor, ana gündem haline geliyor. Verili konumları korumada da rahatlatıcı oluyor. Sorunun çözümünden ziyade, mezkûr konular üzerinden karşıt ideolojik saf olarak kodlananların zemin kazanmasına engel olunduğu zannı tatmin edici oluyor.

 

Ahlaki meşruiyet sorununun olduğu her yerde, bu sorunu aşmak için taraflar kendilerince en net olarak görülen konulara sarılıyorlar. Bu bir rahatlama sağlıyor, durulan yeri tahkim ettiği düşünülüyor ama (motivasyonlar da farklı olduğu için) meselelerimizi rasyonel ve köklü biçimde tartışabilme ve çözüme katkı imkanı sağlamıyor maalesef.

 

Mesela bu konulardan biri olan İstanbul Sözleşmesine ilişkin tartışmalara şöyle kuşbakışı bir gözattığımızda, sorunlarımızla sözleşme ilişkisine artı ya da eksi yönlerden çok fazla anlam biçildiğini düşünmek işten bile değil. Şiddetin genel anlamda kökenlerini, her kesimin kendine göre ideolojik yönden indirgemeci bir tutumla basitleştirerek irdelediği görüntüsü hakim. Bunlardan biri konunun merkezini “erkek şiddeti”nin kapsaması. Oysa bu tutum ciddi bir ideolojik yönlendirme içermekte. İsteyen geleneği-ataerkilliği günah keçisi ilan ederken (ki sebepler zincirinden birine tekabül etse de) buradan mahallenin din anlayışına objektifi çevirenlere karşı, haklı olarak meselenin bundan ibaret algılanmaması gerektiğini savunanlar bu defa cepheden savunuya geçmekte. Şiddetin kökenlerine (ve tabii her türlü şiddetin) inilmedikçe yaşanan trajediye (kadın ölümleri, ailelerin parçalanması) çözüm adına sadra şifa bir ortam da yakalanmamış oluyor.

 

Mesela Hidayet Şefkatli Tuksal'ın geçenlerde bahsettiği, Batı toplumlarında şiddet, taciz, tecavüz, çocuk anneler …ilh, gibi sorunların çözülemeyişi, artarak sürmesi konuları bizdekilerle karşılaştırıldığında azımsanmayacak düzeyde. Daha doğrusu ciddi bir toplumsallaşma görüntüsü vermekte. (Bunu bize gereksiz-anlamsız bir moral üstünlük bahşetsin diye hatırlatmadım. Aklı selimle yaklaştığımızda orada bu sorunların kaynağı ve mahiyeti ile bizdekiler arasında pekala farklar olduğu/olabileceğini gözetmek, her problemi kendi şartlarına göre değerlendirmek gerektiği sonucunu çıkarmak çok zor olmasa gerek.) 

Mevzumuz derinlerde olduğu halde basitleştirmeyi seviyoruz. Belki kısa vadeli ivedi “kazanımlar” sağladığını zannettiğimiz için bunu yeterli görüyoruz. Çok boyutluluğu mantıken gördüğümuz halde, tarafların üstünlük mücadelesinde kullandığı argümanlara yaslanmak zorunda kalıyoruz. Hem yakın mahalleden, hem de farklı cenahlardan ‘kısa kesip ense traşımızın görülmesi’ baskısına muhatap kılınıyoruz. Bu tavrın birileri için ağrı kesici işlevi gördüğü ve rahatlatıcı olduğu kesin ama sorunlar devam ediyor. (İddia edildiği gibi belki artarak, belki de geçmişte de varolduğu halde, değişen şartlarla birlikte görünürlük imkanları bulduğu için.)

 

Özeleştiri, ‘Ötekiler’e de Empati Yaptırmayla Birlikte Yürümeli

 

Mesela bu tür konular her gündemleştiğinde her kesimden insan karşı mahalleden bir nevi “itiraf” ya da “özeleştiri”yi önemsiyor. Sadece karşı mahalledeki sorunlara atıf yapılmasını herkes çok sevmekte. O yüzden, üslup da, içeriğin boyutları da önem kazanmakta. Mesela “özeleştiri yapıyorum” diyerek mevzuyu ağırlıklı olarak tek boyutla irdelemek aslında haklı-haksız savunmacı refleksleri de tetiklemekte.

 

Mesela “kadına şiddet” meselesinde, genellemeye de yatkın bir üslupla gelenek eleştirisi yapmanın yarattığı etkiyi düşünelim. Geleneğin tüm çarpıklıklarına rağmen, kadın canına kasteden faillerden kaçının mezkur kesimden olduğu haklı sorusunu sordurtur bu tablo. Üstelik bu eleştirilere katılan birileri bile bu tespitleri savunamaz hale geliyorsa bu durum, çizilen çerçevede eksik bırakılan çarpık modernleşmeye ilişkin hususlarla ilgilidir.

Farklı mahallelerdeki çarpık modernleşmenin ürettiği problemlerin (yani aslında toplumun önemli bir çoğunluğuna hasredilecek eleştirilerin) tek bir alana sıkıştırılarak irdelenmesi, maalesef yaklaşımın kendisinin de ideolojik tarafgirlik tercihi yaptığı hissinin galebe çalmasına sebebiyet vermekte. Örnek vermek gerekirse, algı bozuklukları olan, ekonomik sorunlar yaşayan, öngörülemezliklerin genişlediği ve psikolojik marazlara yol açtığı bir hayatı idame ettirmeye çalışırken ciddi bir içki vs. tüketimi olan bir toplumda bu sorunların tümü aynı masanın üzerine konmalı ki -tabii, uzmanlar eşliğinde, her türlü bilimsel yöntemle ve ağzımıza ‘sus’ mührü vurulmadan- meselemizin gerçekten üzüm yemek olduğu anlaşılsın. Mevzu o derece kompleks boyutlar içermekte ki, sonuçlardan geriye doğru giderken ideolojik tel örgülerden ana tarlaya ulaşmak ve ne ekip ne biçtiğimize odaklanmak zorlaşıyor.

 

Sorunları konuşurken tek boyutluluğun/indirgemeciliğin itirafçılık görüntüsü vermesi (vurguladıkları hususlarda haklılık boyutları olsa bile) konunun dışında kalanlara da haklılık hazzı yaşattıkları unutulmamalı. En doğrusu her konuda her kesime empati çabasının işletilmesidir. Hiç kimseye, kendisini toplumsal olarak hepbirlikte yaşatageldiğimiz/yaşayageldiğimiz sorunlardan beri görebileceği hissi tattırılmadan bu konular geniş boyutlarıyla ve gerçekten üzüm yemek için masaya yatırılmalıdır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEHMET ŞİMŞEK İLE HASBİHAL

  Sayın Şimşek sözlerimiz size, tekil olarak şahsınıza. Geleceğinizi duyduğumuzda tüm ümit kırıklıklarımıza, tüm birikmiş öfkelerimize rağmen nasıl da umutlanmıştık. İşinin ehli, rasyonel politikalara yol verecek, gelirken kimbilir ne pazarlıklar etmiş, birilerine rağmen göğsünü entrikalara siper etmiş, mevcut sistemin tüm olumsuzluklarının sürdüğünü bildiğimiz halde, doğru bildiklerinden asla taviz vermeyecek idolümüz olmaya adaydınız! Yalnızca biraz zamana ihtiyacınız vardı ki ondan da bizde bolca vardı. Son yedi yılı yara berelerle atlatmış gaziler olarak, ümitlerimizin kırıntılarını tane tane toplayıp soframıza koyacağınızı dört gözle beklemekteydik! Bizi seraptan uyandıran şey Meclis konuşmanız oldu. Tüm “acabalar”a rağmen artırmaya çalıştığımız umutların bir kez daha törpülenmesine sebebiyet verdi. Onca yaşadığımız kabustan sonra zihinlerde “Rasyonel politikalar gütmeye çalışan bir teknokrat” olarak kalmanız iyi olurdu. Selefleriniz kötü yönetime beceriksiz siyasetlerini ...

Hoca derslere devam ediyor (2) 05.06.2020

“Bugün, Türkiye’de bir ekonomik kriz yaşadığımız için siyasal kriz yaşamıyoruz. Tam tersine,  bir siyasal kriz, hukuk krizi, adalet krizi ve en önemlisi yönetim krizi yaşadığımız için ekonomik kriz yaşıyoruz.”   Hocanın 1 Haziran konuşmasındaki bu sözleri hukukun keyfileşmesi, adaletin erimesi, özgürlüklerin baskı altına alınmasının ülkelerin ekonomik ve sosyal krizlere kapılmasındaki sebep-sonuç ilişkileri yasasını özetliyor. Sebepler zincirinin sonucu olan siyasal krizler ekonomik yönetimindeki çelişkileri de, krizleri de tetikleyip derinleştiriyor.   Bu meyanda virüs salgınıyla literatüre girip kullanılan “normalleşme” olgusunun, sadece berberlerin, AVM’lerin açılmasına atfen değil, memleketin diğer sorunlarıyla bağlantılı sadra şifa yönelimler için vesile kılınması niyazıyla ilkesel boyutta irdeliyor hoca:   “Bu nedenle, normalleşme kavramını ülkenin nefes borularının açılması, dinamizminin önündeki engellerinin kaldırılması ve gençlerimizin yaratıcılığını körelt...

'Koronavirüs ve Göçmenler' raporu 05.04.2020

Korona günlerinin mağdur kesimlerinden biri de hiç şüphesiz ki göçmenler. Hele ki evlerinde ol(a)mayan, sınırlarda, göç merkezlerinde, kamplarda bulunanlar açısından olduğu kadar, evlerinde oldukları halde çalışma imkanları olmayan, hastaları bulunan, geçim imkanı bulunmayıp muhtaç halde olanların durumu daha da zor. Dile kolay, dört milyon civarı insandan söz ediyoruz ve bunların önemli bir kısmı toplumun dezavantajlılar katmanında.   Bugünlerde özellikle irili ufaklı sivil yardım kuruluşlarının -kendi canlarını da riske ederek- ortaya koydukları çabalar gerçekten takdir edilesi. Ancak bazen onların da yetersiz kaldıkları çok fazla örnekle muhatabız. Geçenlerde partimiz kurucularından Fatma Aydın Ataş hanımefendinin haber alıp yanlarına koştuğu down sendromlu çocuklarının da olduğu bir ailenin durumu içler acısıydı. Öylesine ki, yanan evlerinden kalan hiçbir eşyaları da olmadığı halde, Suriyeli komşularının verdikleri ödünç eşyalarla durumlarını idame etmekteydiler. Sağolsun Fatma...