Keşke mesele taraf olmak kadar basit olsaydı. Taraf olur taşımızı sallardık öbür tarafa. Zaten tarz-ı siyaset de bizden bunu istemiyor mu? İki taraftan birini seç. Susmak, beklemek diye bir seçenek sunulmaz böyle durumlarda. Tavrını ortaya bir koy hele. Tamam, Din-i İslam’a hakaretler yağarken kim tarafsız olabilir!
Ali Erbaş İslam’ın görüşünü ortaya koydu ve fiilden bahsederek ‘nefret suçu’ falan işlemedi. (Bir gün nasip olursa nefret etmemize engel olmaya çalışan bu ‘nefret suçu’ üzerine de birkaç kelam edelim inşallah)
İzmir Barosu “nefret ve ayrımcılık” üzerinden hukuki bir dil kurmaya çaba gösterip ama aslında gayrı adil bir pozisyona düşerken, Ankara Barosu tam da cepheden inanç sahiplerinin değerlerine saldırdı. Lamı cimi yok. Her ne kadar başkanı Şirin Payzın’ın programına çıkıp “yok öyle demedik, şunu kastettik; din ve vicdan hürriyetine inanıyoruz” falan dese de, o “metin” siciline kaydoldu.
Bir yandan “nefret suçu, ötekileştirme…” falan diye geveleyeceksin, öte yandan bunun dik alasını, hem de öyle böyle değil, geniş kesimlerin değerlerini orta çağ zihniyeti benzetmeleri eşliğinde aşağılayacaksın. Buz gibi İslamofobik bir dil ile “hukuk” hatırlatması yaptığını zanneden ideolojik körlük, aslında suç üstüne suç işlemekteydi.
Bilahare haklı olanın haklılığını zayıflatan, haksız olanın da haksızlığının yumuşadığı “şikayet” süreçleri geldi. Her tartışmamız karakolda bitmezse şaşarız.
Sadece kurumlararası atışmalarla hallolmayacak derin toplumsal sorunlarla yüzyüzeyiz oysa. Ama kurumların -yukarıda da değindik- “görüş alanı”na hapsolarak taraf olmak zorunda bırakılıyoruz çoğu zaman. Trollerin sahne almayı en sevdikleri ve toplum için en tehlikeli baskılanma halleri bunlar.
Tarz-ı siyaset bu ve bizden tam da bunu istiyor: “Yangın çıktı konuş! Kimden yanasın?”
Konunun/sorunun çözümüne dair tartışmanın ne önemi var? Önceden zaten olmuş, bitmiş, pişmiş. Ötesine dair kelam etmeye ne hacet. “Sen tarafını söyle hele.”
Oysa kurumlar neyi konuşuyorsa, etraflarını ören duvarlar ve geleneklerine hapsolmuş vaziyette yapmak zorunda kalıyorlar tüm bunları. Aslında onlar daha konuşmadan ne söyleyeceklerini az çok biliyoruz.
Boşlukta bıraktığımız her konu, ya davulcuya kaçıyor ya zurnacıya. Sen boşlukta bıraktığında başkaları etrafına duvarlar örüyor ve senin de tırmanman imkansızlaşıyor. Üzerine düşünmek, fıkhetmekten beri durduğumuz her sorun bizi mutlaka ağır sosyo-politik faturalarla karşılıyor.
Ali Erbaş’ın en masum ve yalın şekliyle ifade ettiği mevzu, muhafazakarından milliyetçisine geniş bir çeperde başka yönlere doğru genişliyor.
“Malum” örgütlü kesimlerin ideolojik yaklaşımlarıyla, o görüntü ve söylemleri boğmaya çalışanların yaygaraları birbirini boğuyor.
Kadim İslam fıkhından, geçmişteki fıkıh bablarından istifade, bugüne ilişkin sorunlar üzerine kafa yormuşlarımızın araştırmaları hak getire, tümü nefessiz kalıyor.
Merhametsiz tekdüze anlayış İslam’ın merhamet içre, vizyoner ve kapsayıcı olması gereken bakışını boğuyor. Merhamet içre olmasını beklediklerimiz de bu hengamede tavrını belli edemiyor. Sanki tek bir “fahşa” konusu ya da “lanetli” toplumsal kesim varmış da, Müslümanların da yegane meselesi bunların lanetli oluşlarını ispat sadedinde hareket ettiklerinde aileyi, çocuğu korumak, projenin ülkemize yansımalarını engellemek imiş gibi bir tablo ortaya çıkıyor.
Diyanet ya da ilgili sivil toplum kuruluşları ve İslami camiaların bizleri şaşırtacakları günlere daha çok var, orası kesin. Oysa imkanlarını zorlayarak bu “malum” kesimin içinde yardıma muhtaç olanlara ve talep edenlere el uzatsa; tedavi olmak isteyenlerin sıkıntılarını gidermeye çalışsa. Tabiri caiz ise sarp yokuşa tırmanmayı denese mesela. Bu kesimleri “başkalarının insafına” bırakmaktansa merhamet, bilim ve hukuk içre bir siyasetle kuşatmaya çalışsa. Onların hayata başka türlü bağlanmalarına destek olsa.
Onyıllardır resmi ideolojinin cenderesinden geçmiş olan muhafazakar-dindar kesimler, pekçok konuda kendileri için mücadele verip yorgunluktan bitap düştükleri gibi, bu konuda da maalesef toplumu kuşatmaktan uzak bir hal içindeler. Sorunlar önümüze geldiğinde sadece bağırıp çağırmanın, özgüvensiz tutumlar sergilemenin, çözülemeyecek sorunlar batağındaymışız gibi hareket etmenin şüphesiz başka derin sebepleri de var.
Fahşa konusu derin ve çok boyutlu bir alanı içermekte.
Ama bir devlet kurumu olan Diyanet, ancak otoritenin izin verdiği ölçüde bu fahşa konularını gündemleştirebilmekte. Bu konuda Ali Erbaş’a falan gönül koymak haksızlık olur. Ama, mesele Diyanet İşlerini de aşar tarzda bütün bir mahalleyi kuşatmışsa, sorun orta yerde duruyor demektir.
İşte aynı merhametsizliği burada gösteriyor bir çoğumuz.
Haksız kazanç, irtikap, zimmet, yağma, yani yolsuzluklar, haksız ihaleler, denetimsiz şeffaf olmayan akçeli işler/rant, sosyal adaletsizlikler, yargıdaki hukuksuzluklar, medyadaki tekelcilik ve patronaj, akraba kayırmacılık, düşünce suçları konularındaki pervasız uygulamalar, “devlete karşı işlenen suçlar” kategorisinde onbinlerce insanın uğradığı mağduriyetler, görevi kötüye kullanma, kamusal emanete hıyanet, aşırı güvenlikçiliği özgürlükler aleyhine genişletme, velhasıl otoriterleşmenin getirdiği yozlaşma bataklığına saplanmış olanları hiç “dost acı söyler” kıvamında merhamet içre yöntemlerle uyardık mı mesela?
Oysa “lanet olası” bu günahların bugün bini bir para. Ve maalesef bugün seküler kesimlerden daha fazla ehli kıble olanları da kuşatmış durumda. Biz “normalleşme”yi başka alanlardan beklerken, mezkur hareketler kanıksanır hale geliyor ve heryeri bir ağ gibi kuşatıyor.
Diyanet bir konuyu gündem ettiğinde ve iktidar güruhu tarafından destek gördüğünde, işte bir önceki paragraftaki günahlara batmış olanların ahlaki meşruiyetlerini yitirmiş olmalarından ötürü Ali Erbaş’ın konumunun da sözlerinin de etkisi azalıyor. Hatta kimileri bu durumu iktidarın yukarıdan dayattığı bir mizansen olarak bile kodlayabiliyor, bu iktidardan bu da beklenir dercesine.
Muktedirlerin otoriterleşme, baskıcı yönetim, aile ve dar bir kadro ortaklığındaki yönetim ve çevresinin ranta bulanmışlık görüntüsü ve buna yönelik sessizlik, sadece Diyanet İşleri Başkanını savunurken klavyelerinden dökülen ayet ve hadislerin kalplere nüfuz etmesini engellemekle kalmıyor; toplumun bir kesiminin gözünde de dindar-muhafazakar profile karşı güvensiz, hatta öfkeli düşünce ve duygu iklimini besliyor.
Otoritenin izin verdiği çerçeve ve içerikte işlere imza atan, o kadroların içine düştükleri günah galerisine değinmenin kıyısından geç(e)meyen bir Diyanetin topluma etki düzeyi belli bir seviyede kalıyor.
Yüzbinlerce insanın haksızlıklara, mağduriyetlere uğradığı bir ülkede, Diyanet’i öne atılarak savunanların bu konularda lal kalmaları ve hatta otoritenin yukarıda saydığımız günahlarını hiç gündem etmemeleri de apayrı bir zillet. Diyanet’i, toplumun yozlaşmasının önüne geçmek için ön aldığı ve “dini” savunduğu için iştiyakle sahiplenip basın açıklaması sırasına girenlerin, eğer söz konusu olan değerlerimizin tahribi ve yozlaşması, neslin geleceği ise, aynı iştiyakle muktedirlere de iki çift sözü esirgememeleri gerekmez mi?
“Dine saldıranları” paylarken yapıldığı gibi bağırıp çağırmaya, ses yükseltmeye de gerek yok. Rabbinin Musa’ya dediği gibi “en güzel şekilde…”
Onların da iyiliği için…
İnsanlık namına…
Din, can, mal, akıl, neslin korunması için…
Merhamet içre ve insanlık namına…
Hamiş: Otoriteyle pişti olduğumuz konular var elbette; her ne kadar bunlar otoritenin istediği vakitlerde ve tarzda gündemleşiyor olsa da. Lakin A’raf Suresindeki, “Umulur ki öğüt alırlar ve Rabbimize karşı mazeretimiz olur” diyebilecek bir neslin ortaya henüz çıkmadığı dönemlerden geçtiğimiz de unutulmamalı. Darısı başımıza…
Yorumlar
Yorum Gönder