Ana içeriğe atla

Siyasi sürecin kurbanı küçük Ahmet aramızdan ayrıldı… 07.05.2020





Kanser hastasıydı Ahmet.

 

Tedavi için Almanya’ya gidecekti. Baba içeride mahkum, anne yurt dışı yasağından mustaripti.

 

Ülkenin vicdan sahibi insanları onun için çırpındı. 

 

Ankara Ekspresi’nde küçük Ahmet ile ilgili 3 Mart’ta yazdığımız “Zekiye Ataç kaçabilir, tutun kapıları!”( https://ankaraekspresi.com/makale-zekiye-atac-kacabilir-tutun-kapilari-332 ) başlıklı

yazımızda dillendirmiştik feryatları.

Yurt dışı yasaklarının birinin kalkıp diğerinin konduğu, yılan hikayesine dönen mahkeme kararları kalktı.

 

Gittiler Almanya’ya, lakin geç kalmışlardı.

 

Son günlerinde babasını görmeyi çok istedi. Kötüleşti.

 

Gece üç kez kalbi durdu.

 

Vicdan sahipleri çok uğraştılar baba ile oğulu son kez buluşturmaya.

 

Ama savcı, babaya gerekli izni ancak sabah verebileceğini söyledi.

 

Ufacık bir mazeret izni, ayak sürülüp geç kalındığı için cenaze iznine dönüştü.

 

Ahmet aramızdan ayrıldı.

 

Kardeşinden, babasından, annesinden.

 

Hikayenin başı da sonu da ibretlerle dolu  

 

DEVLETİN DİNİ EMANETTİR

 

Devleti ve toplumun önemli bir kısmını sarıp sarmalamış olan, psiko-politik kavramların yetersiz kaldığı süreçlerden geçmekteyiz uzun bir süredir.

 

“Biz kimiz?”, “Bize ne oldu?” sorularına cevap bulabilecek, kendimizi konuşabileceğimiz normal şartlardan geçmiyoruz.

 

Böyle bir trajik hikayede bile, hadisenin mahiyeti ne olursa olsun daha baştan kuracağımız cümleler vardı, hala var. Ezber şablonlar içine yerleştirdiğimiz ve vicdanlarımızı susturan, bizleri “itminana erdiren”. Bu bir “düşünme biçimi”. Daha doğrusu “düşüneMEme”

 

Şablonlar düşünmeyi engeller. Şablonlar sayesinde düşünmenize gerek kalmaz. Düşünce engellendiğinde vicdana da susturucu takmak kolaylaşır.

 

“Ya aile Fetö’cü ise”; “Ya anne yurtdışına kaçacaksa”; “Terörist oldukları için ceremesini çocukları çekiyor.”

 

Velev ki “terörist” olsunlar, “o başka bu başka” demeye kalmadan toza dumana katılır ortalık.

 

İnsanları “terörist” yapan hukuku(!) konuşalım teklifi, başkalarının günahlarını bu insanların üzerine yıkmak gibi başka bir şablonu devreye sokar. “Ama onlar da…” diye başlar. Münferit bir ibretlik hadisenin aktörleri olan insanlar birden “Onlar” diye bir grubun üyesi kılınırlar. Suçlamanız gerekir vicdan azap çekmesin diye. Suçlamak için de tanıma ihtiyacınız vardır. “Birileri” siz yorulmayın diye o tanımları ekmiştir şuur altınıza ince ince. Yanında bir de kendi “adalet terazilerini” eşantiyon vermişlerdir. “Böyle bakarsan huzur bulur, çelişki yaşamazsın” dercesine. Toplumun önemli bir kısmı hala maalesef siyasetin, bürokrasinin, medyanın yürüttüğü kampanyaları “hikmet-i devlet” diye sahipleniyor. 

 

Bu işin topluma bakan yüzü. Lakin toplumun bu seviyeye gelmesinde siyasetin ve medyanın günahı büyük.

 

Bir hukukçu, küçük Ahmet’e yaşatılanlarda yargı bürokrasisini sorumlu tutup bu durumu “Vicdanlarıyla korkuları arasına sıkışanlar” diye tanımlamıştı.

 

Sebebini anlamak zor değil. Otoriterleşme dönemlerinde hiç kimse sorumluluk almak istemiyor. “Ya yaptığım ictihad beni de onların yanına gönderirse” diye korkuyor. İftiralara maruz kalmamak için her önüne geleni tutuklamak zorunda kalanlar gibi.

 

Otoriterleşme ve popüler “beka siyaseti korku atmosferi” önce devlette vicdanı ortadan kaldırıyor. Oysa DEVLETİN DİNİ EMANETTİR. Hem de her alanda. Devlet ve hükümet edenlerin çıkarları örtüşünce, neyi, kim, kimin için savunuyor tümü birbirine girer. Hükümet-devlette kalkan vicdan, yani hukuk, yani adalet, yani basiret, yani hikmet kendisini hızla topluma da aynıyla vaki kabul ettirmek ister. Kendini korurken, toplumu koruduğunu iddiasını tekrarlayadururken, toplumun hatırı sayılır bir kesimi de bu otoriterleşme gösterisinden nasibini alır. Otoriterleşme korkuları daha da artırır, korkular bürokratik katmanlarda sorumsuzluğu besler ve sorumsuzluk da vicdansızlığı.

 

OTORİTERLEŞME-KORKU-SORUMSUZLUK-VİCDANSIZLIK

 

Topluma da bu vicdansızlığı nefsinde meşrulaştırmak kalır. Eğer tersi olsaydı, -olur a- yani Ahmet ve ailesi devlet-hükümet tarafından sahiplenilmiş olsaydı emin olabiliriz ki “Devletim ne kadar da merhametli, teröriste bile adaletle yaklaşıyor” diyecek ama bu da vicdandan sadır olan adil bir hissiyat olmayacaktı.

 

Devlet-hükümet bu hissiyata hiç oynamıyor da değil. İşte Korona sürecinde -yüze göze bulaşan boyutları bir yana- İsveç’ten babası için seslenen “Leyla’ya uzatılan ‘el’ Ahmet için neden hiç harekete geçmedi?” sorusunun cevabı da burada gizli. Mesele sadece birinin popüler olup diğerinin olmaması, birinde dünyaya gösterilmek istenen sürece hakim ‘güçlü devlet’ imajı falan değil. Ahmet meselesinde kamuoyu ayaklandığı halde, hükümetin sırf bu popülerleşme adına rol dahi yapmamasının sebeplerini yukarıda sıraladık. Bu konuda rol dahi yap(a)mamak, elinin, kolunun, basiretinin kilitlenmesi, ailenin kimliğinden ötürü tüm sorumluluk mekanizmalarının sorumluluğu yukarıya atmaları ve o ses hasbelkader yukarıya ulaşmışsa, onun da süzgeçten geçme denen bir sınava daha tabi kılınması idi.

 

Polisin göğsünden vurduğu Suriyeli Ali Hemdani hikayesinde olduğu gibi. Örtülebilse örtülecekti. Valiliğin yaptığı açıklamanın klasik resmiyet çerçevesini aşması mümkün değildi. Sorumluluk savma yönünde örtülen süreç bir anda gündemin merkezine oturduktan sonra çok şey değişti. Ses yukarı ulaştı. Ali’nin ailesi sahiplenildi. Vicdanlar yatıştı. Bu sistemde başka türlü olamaması, hukuk devleti yöntemleriyle, hukuk adamlarının vicdan ve merhamet ölçülerini rahatlıkla kullanabildikleri kıvamda bir sisteme ulaşamamanın kaynağı Otoriterleşme ile başlayan zincirin halkaları.

 

Ahmet’i sahiplenmekten alıkoyan zincir de aynı zincir. Eğer Ahmet sahiplenilse idi, bugüne dek topluma propaganda edilen mekanizma zarar görecekti. Madem ki aile malum sürecin bir ürünü idi, o halde kaderine razı olmak zorundaydı. Kaderi çizenlere rağmen, o kader değiştirilmeye kalkılırsa bunun hesabı birilerinden mutlaka sorulurdu. Cumhurbaşkanı hariç!

 

Sizce Ahmet meselesi kendisine ulaşmış mıdır? Bunu öğrenmemiz zor. Bu saatten sonra da imkansız. Ulaşsaydı bile nasıl bir tepkiyle karşılanacağı üzerine öngörümüzü sistem ve işleyişi üzerinden anlatmaya gayret ettik.

 

Ahmet’lerin, Ali’lerin, Leyla’ların meselelerinin, devlet-hükümetin konjonktürel istemlerine göre değil samimi, sahici, güven verici bir hukuk devleti işleyişi, adalet ve merhamet normları üzerinden işleyegeleceği günlerin niyazıyla bitirelim ki;

 

Ali’ye kolaylıkla sıkılabilen silahı kınından çıkaran “eski rüzgarlar” esemesin;

 

Leyla’ya ses verirken riyakaraneliğe gerek bırakmayan devlet ciddiyetini kuşanalım;

 

Ve Ahmet’i sahipsiz kılan siyasi süreçler asla hukuka galebe çalamasın! 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEHMET ŞİMŞEK İLE HASBİHAL

  Sayın Şimşek sözlerimiz size, tekil olarak şahsınıza. Geleceğinizi duyduğumuzda tüm ümit kırıklıklarımıza, tüm birikmiş öfkelerimize rağmen nasıl da umutlanmıştık. İşinin ehli, rasyonel politikalara yol verecek, gelirken kimbilir ne pazarlıklar etmiş, birilerine rağmen göğsünü entrikalara siper etmiş, mevcut sistemin tüm olumsuzluklarının sürdüğünü bildiğimiz halde, doğru bildiklerinden asla taviz vermeyecek idolümüz olmaya adaydınız! Yalnızca biraz zamana ihtiyacınız vardı ki ondan da bizde bolca vardı. Son yedi yılı yara berelerle atlatmış gaziler olarak, ümitlerimizin kırıntılarını tane tane toplayıp soframıza koyacağınızı dört gözle beklemekteydik! Bizi seraptan uyandıran şey Meclis konuşmanız oldu. Tüm “acabalar”a rağmen artırmaya çalıştığımız umutların bir kez daha törpülenmesine sebebiyet verdi. Onca yaşadığımız kabustan sonra zihinlerde “Rasyonel politikalar gütmeye çalışan bir teknokrat” olarak kalmanız iyi olurdu. Selefleriniz kötü yönetime beceriksiz siyasetlerini ...

Hoca derslere devam ediyor (2) 05.06.2020

“Bugün, Türkiye’de bir ekonomik kriz yaşadığımız için siyasal kriz yaşamıyoruz. Tam tersine,  bir siyasal kriz, hukuk krizi, adalet krizi ve en önemlisi yönetim krizi yaşadığımız için ekonomik kriz yaşıyoruz.”   Hocanın 1 Haziran konuşmasındaki bu sözleri hukukun keyfileşmesi, adaletin erimesi, özgürlüklerin baskı altına alınmasının ülkelerin ekonomik ve sosyal krizlere kapılmasındaki sebep-sonuç ilişkileri yasasını özetliyor. Sebepler zincirinin sonucu olan siyasal krizler ekonomik yönetimindeki çelişkileri de, krizleri de tetikleyip derinleştiriyor.   Bu meyanda virüs salgınıyla literatüre girip kullanılan “normalleşme” olgusunun, sadece berberlerin, AVM’lerin açılmasına atfen değil, memleketin diğer sorunlarıyla bağlantılı sadra şifa yönelimler için vesile kılınması niyazıyla ilkesel boyutta irdeliyor hoca:   “Bu nedenle, normalleşme kavramını ülkenin nefes borularının açılması, dinamizminin önündeki engellerinin kaldırılması ve gençlerimizin yaratıcılığını körelt...

'Koronavirüs ve Göçmenler' raporu 05.04.2020

Korona günlerinin mağdur kesimlerinden biri de hiç şüphesiz ki göçmenler. Hele ki evlerinde ol(a)mayan, sınırlarda, göç merkezlerinde, kamplarda bulunanlar açısından olduğu kadar, evlerinde oldukları halde çalışma imkanları olmayan, hastaları bulunan, geçim imkanı bulunmayıp muhtaç halde olanların durumu daha da zor. Dile kolay, dört milyon civarı insandan söz ediyoruz ve bunların önemli bir kısmı toplumun dezavantajlılar katmanında.   Bugünlerde özellikle irili ufaklı sivil yardım kuruluşlarının -kendi canlarını da riske ederek- ortaya koydukları çabalar gerçekten takdir edilesi. Ancak bazen onların da yetersiz kaldıkları çok fazla örnekle muhatabız. Geçenlerde partimiz kurucularından Fatma Aydın Ataş hanımefendinin haber alıp yanlarına koştuğu down sendromlu çocuklarının da olduğu bir ailenin durumu içler acısıydı. Öylesine ki, yanan evlerinden kalan hiçbir eşyaları da olmadığı halde, Suriyeli komşularının verdikleri ödünç eşyalarla durumlarını idame etmekteydiler. Sağolsun Fatma...