Totaliter Zihniyet/İtaat/Biat/Sadakat
Bütün başarılı/iktidar olmuş kişi ve sistemler (rengi ve vasfı ne olursa olsun) eleştirilmezlik, itaat, biat, sadakat ister. Tam da bahsettiğimiz zihniyetin siyaset-toplum ilişkisine yansıyan ortak temel kodlarından bazılarıdır bunlar.
O yüzden ne Takrir-i Sükûn’lar biriciktir, ne de muhalefete gözdağı verip engel çıkartmalar. Fikir ve düşünce özgürlüğünün kısıtlanması başta olmak üzere Makasıduşşeria’nın (ismetler/5 temel dokunulmazlık) çiğnenmesi noktasında da Kemalist seçkinler yalnız değildir. Can, mal, nesil, akıl emniyetinin korunamamasına ‘haklı sebepler’ üretmedeki motivasyon (en başta gelenlerinden biri “ben yapmasam bana yapacaklar”dır) ile yepyeni/çağdaş bir ideoloji/yaşam biçimi ortaya konarken engelleri ortadan kaldırma güdüsü arasında nicelik/dozaj farkından bahsedilebilir belki ama nitelik değil.
Herhalde hiçbir korku ve varoluş tehdidi, kadın çoluk çocuk demeden 250 binden fazla Boşnak’ın hayatına malolan dönemle karşılaştırılamaz. Lakin Aliya, böyle bir dönemde dahi “savaşın ancak düşmanına benzediğinde kaybedileceğini”, “düşmanlarımızın bizim öğretmenlerimiz olmadığını” vurgularken aslında tam da bu zihniyet farklılığına dikkat çekmekteydi. Öyle ya, metodolojimiz/tarzımız/tavrımız ortak ise bizim “onlardan” ne farkımız kalır! Daha doğrusu o “Biz” kimdir, nicedir diye sormak gerekmez mi?
Dolayısıyla Kemalizmi taklit sadece ritüellere onay verme, hatta kitleni onlara adapte olmaya teşvik etme değil, ruhuna/zihniyetine uygun davranmak, kitlenin de buna teşne olacağı propagandif bir tarzı kendi kavramlarınla meşrulaştırmaya çalışmaktır. Bu meyanda mesela Berat Albayrak’ın “önlerinde profesör ünvanı olanlar…” diye başlayan konuşmasında, kendilerine dönük ekonomik eleştiriler yapanları teröre çanak tutanlardan farklı görmediği mealindeki açıklaması ve dahi tehdidi, sadece gelinen noktanın vahametini gösteren bir örnek değil, aynı zamanda buz gibi Kemalistik zihniyetin izdüşümüdür. Adını yerli-milli koyduğunuzda kendinden bir şey eksilmeyen, aksine zaten kullananın da kastetmekten haz duyduğu bir zihniyet ortaklığının nişanesidir. Zaten zaman zaman kendisini Kemalizmin ve darbelerin simgeleşmiş isimleriyle (Doğu Perinçek gibi) en üst perdeden yakınlaşma zeminleri (A Haber’de arzı endam ettirip, traji-komik şekilde “darbelerin ardında kimler var?” sorusunu bu adama sormak gibi) oluştururken de göstermektedir. Malum şahsın da zaman zaman “aslında devleti kendilerinin yönettiği”, “yargının altın çağını yaşadığı” söylemleri de ideolojik farklılığın perdelenip özellikle öne çıkarılan birliktelik görüntülerine ihtiyaç duyulması da, zihniyet ortaklığındaki yakınlaşmalarla ilintilidir.
Yine mesela KHK’lılar ya da mağdurlarla ilgili açıklama yapan, gayret sarfeden hukukçu, siyasi figür ya da gazetecileri aşağılamakta, tahkir tezyif etmede ön almış olan Y.Akit TV ve gazetesi de Doğu Perinçek’e itibarda iktidar medyasıyla yarışabilmektedir.
Bu açıdan muhafazakar muhayyilenin tarih boyunca yaptığı Kemalizm eleştirilerinin (bkz. Bahadır Kurbanoğlu, Din-Devlet İlişkileri Bağlamında Muhafazakarlık I-II, Haksöz dergisi, Temmuz-Ağustos 2008) öz itibariyle Batı’da varolan köklerinin bir alternatif alan, görece nefes alınacak bir zemin yarattığı doğru olsa da, bu durum, farklı muhafazakarlık türlerine dayansalar da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 27 Mayıs’a, Necip Fazıl’ın 12 Eylül’e, Eşref Edip Fergan’ın 27 Mayıs’a (hem de ayetlerle dayanaklar getirerek) övgülerde bulunmalarına engel teşkil etmemiştir. Her üçünün de dönemsel ve ferdi olarak motivasyonları farklı olsa da, sonuçta Kemalizmi ortaya koyduğu pratikler düzleminde yargılamak, ona (ve türevlerine) alternatif gerçek bir adil şahitlik kimliği ortaya konmasına günümüzde de zihinsel engeller söz konusudur.
Bu öyle bir tahribattır ki, bazen onun mutlak iktidar dönemlerinin geri gelmesi korkusuyla, ona onun gibi muamele etmeye gücünün de yetmeyeceği bir farkındalık içerisinde, onunla kavgasız-hesapsız görünme, hatta, taraftarlarının bıyık altı gülümsemeleri veyahut reddiyeci hakaretleri eşliğinde çocuklara özgü bir naiflikle “kucaklamaya” dönük bir şuuraltı zemini de beslemektedir. Olur a, güç elden gittiği ve gerçek sahibi olduğu varsayılanın eline geçtiğinde, geçmişte hafızalara kazınan hışmına maruz kalmama adına ona meylederek, öykünerek topluma, farklı toplum kesimlerine, hatta geçmişte Kemalizmin gadrine uğramış kesimlere dahi benzer bir mantık ve refleksle muamelede bulunma taklitçiliğini devralmaktadır. Küresel egemenlerden ve egemen kültür atmosferinden de güç alan bu yapıya sığınmayı bir zorunluluk olarak görebilmektedir.
Bu aslında hem siyasi güçsüzlüğün, hem de kültürel zeminin yetersizliğinin de bir itirafıdır. Lakin bu tutum zayıf dallara tutunmaktan farksızdır, hatta bindiği dalın kesilmesine sebep olmaya mahkumdur. Gücü kaybetmemenin, ancak “gerçek” ve yaygın güç unsurlarını da yanına alarak sağlanacağını düşünmek, dava diye takdim edilenin yozlaştırıcılığına sebep olup, ilkelerin gücünün yadsınıp güç ahlakının gün be gün daha fazla yitirilmesini beraberinde getirmektedir. Artık sadece elde tutulanın kaybedilmemesi adına, inkıtaların oynandığının farkındalığına rağmen daha fazla girdaba mahkum bir serencama ram olunmaktadır.
Üst Normlarda Buluşma,
Empati ve Merhamet Siyaseti,
En Başta Müslümanlarca Omuzlanmalıdır
Bir tarafta Kemalizm ve onu tahkim eden bir sosyoloji, diğer tarafta onu görünür olan-olmayan unsurlarıyla taklit eden muhafazakarlık görüntüsü, totalde tek adamcılık, biat, itaat, sadakat ve totaliter kültürü besleyen bir yapının yeniden inşası kısır döngüsü ancak ve her halükarda kendini yenilemeyi, güncellemeyi şiar edinmiş olan bir Müslüman sosyoloji sayesinde dönüştürülebilir.
Bu sosyoloji ise, öncelikli kendini sorgulayarak, kendi üzerine düşünme melekelerini işleterek çağın başından bu yana vahyi ilkelerle giriştiği ameliyeyi sürdürmek zorundadır. Usul, tarih, sistem ve toplum üzerine yeniden düşünmeye ihtiyaç olduğu bilincini tazeleyerek.
Tarihin bugün için ne anlam ifade ettiği ve neye hizmet ettiğini, doğru bir usuli perspektife neden ve nasıl ihtiyaç duyulduğunu ve dahi içinde yaşanılan sistemin değişen unsurları, değişmeyen zihniyet kodları üzerine yeniden fıkhederek yol almakla yükümlüdür. Bu aynı zamanda yaşanılan coğrafyadaki toplumsal yapılarla kurulacak ilişkilerin çeperini, onlara karşı kullanılacak üslubun da nitelik ve çeperini belirleyici olacaktır.
Bu ülkede bir şeylerin iyi gitmediğini düşünen ve değişmesi için gayret sarfedecek olanların sorgulaması gereken olmazsa olmazlar hep varoldu, bundan sonra da olacaktır. O yüzden itirafçılık ya da itibar zedelenmesi olarak görülmeyip -zaten bu meyanda işletilmesinin de ahlakilik sorunu içereceği açık olan- bir özeleştiri kültürünü geliştirmek önemlidir.
Islah ve özeleştiri talebi mahalle yıkmak değildir. Bugüne dek elde edilen birikimlere haksızlık etmek hiç değildir. Bunu böyle algılayanların yola çıkmazdan evvel ölçülerini gözden geçirmeleri evladır. Bu ülkenin yaklaşık yüzde otuz otuzbeşlik muhafazakar kesimleri öncelikli muhataptır. Onlara anlatamadığımız hususları “diğerleriyle” paylaşabileceklerini düşünenler gördükleri hülyayı gözden geçirmekle yükümlüdürler. Bu bir seraptır ki, ancak gerçeklik duvarına tosladığında uyanabilir insan. Ya da o serabın peşinden, kimlik eleştireyim, evrensel doğrularla muhalefet edeyim derken başka bir şey olmaya doğru yol aldığını farketmekte zorlanır. “Burada” varolup, öncelikle doğru bildiklerini yakınındakilerle paylaşma azminden beri duranların bu topluma faydalı olma arzularının da samimiyeti sorgulanır. Lakin tersinden de “burayı” koruma adına bile isteye insanları ezberleri korumaya iten, düşünce konforundan uzaklaşma zahmetine girişmeyen -böylelikle de kimlik/aidiyet bilincini koruduğunu zanneden- anlayışlara karşı da aynı oranda hassas olunmak zorundadır. Çünkü biri koruduğunu zannederken yozlaşmasına göz yumarken, diğeri hepten, tüm birikimi yıkarak yenisini inşa edeceğini zannetmektedir.
Kur’an okuma metodlarının başında gelen, başkası değil kendi için okuma konusunun ziyadesiyle hayatı okumak, hayatı “kendi için” okumak olarak somutlaştırmak elzemdir. Olgu ve olayları sürekli aynı kalıplarla izlemek bir yere kadar tutarlılık olarak görülebilir ama yenilenmenin, silkinmenin önündeki engel bir kısır döngünün esiri olmak anlamına da gelebilir.
Gerek İsrailoğulları, gerek bugünlere de uzanan “siyasi ve itikadi” mezhepler, etnik milliyetçilikler, Nazi Almanyası, Fethullahçılık vb. konuları irdelerken bunların salt bizim dışımızda cereyan eden ve bizim beri olduğumuz olaylar silsilesi olarak görülmemesi elzemdir. Rabbimizin denizin bu tarafındaki Firavun ve Musa’yı anlatmasında bir hikmet, denizin öbür tarafındaki “Biz”i anlatmasında farklı hikmetler olduğu görülebilmeli; Nuh(as)’un 950 yıl sürdürdüğü tutarlılığı, kendi duruşumuzda değişim yaşanmamasının bahanesi olarak öne sürüp sürmediğimizi sorgulayabilmeliyiz. Bir zamanlar, kendi içimizdeki farklı düşünceler karşısında dahi duvar örmeyi İbrahim (as) gibi tek başına ümmet olma aforizmasıyla açıkladığını iyi hatırlayacak bir neslin, hayatı ve hayata ilişkin dönüşümleri hangi ilkeler noktasında çek edeceği üzerine kafa yorması korkulası, yadsınası bir durum değildir. Aksine düşünceyi dondurmak, konuşmayı zorlaştırmak, aklı ve vicdanı emanete istemek kaçınılmaz hatalarına düşmemek için bu eğilimleri cesaretlendirmek elzemdir. Burada yegane dikkat edilmesi gereken husus, nefsin oyununa gelmek, kendini müstağni/yeterli görmek noktasındaki zaafa düşmemektir. Bu da ancak, emek vererek, birikerek varlık ortaya koyan ortak akıl ve vicdanı ötelememekle mümkün olur. Zira o yittiğinde, konuşulacak şeyler de anlamını yitirmektedir.
Yorumlar
Yorum Gönder