Şiddet kültürünün temellerine inebilmeyi arzuluyor muyuz, emin değilim.
Kadına şiddet, aile içi şiddet, kadının erkeğe psikolojik şiddeti, çocuğa şiddet, devletin vatandaşa uyguladığı fiili şiddet ve türevleri…ilh diye listeyi uzatmak mümkün.
Kesin olan bir şey var ki, her şiddet tartışmasının arkasında tartışmaya etki eden ideolojik saikler var. Bu hemen her konuda böyle. Biraz güçlü olan baskın gelme temayülü gösterdikçe, biraz zayıf olduğunu hissedenin savunmacı reflekslerle sadece karşı tarafın argümanlarını mahkum etmeye çalıştığı bir ‘otorite kurma’ ve ‘otoriteye refleks geliştirme’ süreci bu. Ağırlıklı olarak geleneksel olan ile modern (hatta post-modern) olanın karşı karşıya geldiği, her ikisinin de zayıf ve zaaflı taraflarını tartışmanın dışında bırakmaya çalıştığı taktiksel bir kavga aynı zamanda. Sorunların kendisinden daha kadim bir saflaşma bu.
Kendisi de ideolojik yönlendirmeler içeren İstanbul Sözleşmesi’ne yaklaşımlarda da bunu rahatlıkla gözlemlemek mümkün. Bu durum, kaygıları bir türlü giderememeye sebebiyet verdiği gibi, kaygıları meselenin çözümünden ziyade bu saflaşmaya odaklı kılmakta. Ana eksen ideolojik kaygılar olunca, meselenin çözümü ikincilleşmekte, daha çok “ajandalar”a odaklı bir tartışma yürütülmekte. Daha doğrusu bir tartışma yürütüldüğü zannedilmekte.
Ama sorunumuz bu kadarla sınırlı değil maalesef. Sorunlar hiyerarşimizde bir kakafoni söz konusu. Daha doğrusu sorunlar hiyerarşimizi de besleyen ideolojik sarkaçlar içerisinde salınıp durmaktayız. Toplum ve siyasetteki örgütlü güç odakları, bazen dünyadaki gelişmelerle de paralel şekilde neyin öncelenmesi gerektiğini bizlere dayatmakta. Yani sorunlarımızı sadece gerçekten diğer tüm sorunların önüne geçtiği için değil, bu ideolojik kültür ve siyaset havzalarının etkisiyle öncelleştirmekteyiz! Bunun en bariz karşılığını, medya olanaklarını da tekelinde tutan iktidar aygıtının açtığı gündemlerde gözlemlemekteyiz. Onları, en önemli sorunumuz olduğu için değil, açılan gündeme katılmak zorunda olduğumuzdan ötürü tartışagelmekteyiz. Bazen hiçbir sonuç almadan konu başka “sonbaharlara” kadar ertelenmekte, bazen de ve çoğunlukla iktidarın baskıladığı çözüme maruz kalarak nihayetlenmektedir. Siyasetin doğasında varolduğu ifade edilerek zihinlerde de normalleş(tiril)en bu durum, hiyerarşide üstlerde yer alması gereken sorunların da gözlerden ırak kılınmasını getirmekte maalesef. Siyasetin tarafında yer alanların bile isteye yaptıkları tercihlerle ilgili sebepleri var elbette. Bu da toplumsal algının kazandırıp kaybettirecekleriyle ilgili bir durum. Yani aslında sadece siyaset değil, siyasetin de direkt müdahaleleriyle oluşan toplumsal algıların niteliği de bu hiyerarşide belirleyici olmakta. Hatta çoğunlukla popülerleş(tiril)miş konulardan asıl konuşulması gerekenlere hiç sıra gelmemekte. Bu konular hasır altı edilmekte, bırakın hiyerarşide kaçıncı sıraya geriletildiklerini, listeye dahi girememekteler. Genelde, temel insan haklarıyla ilgili konular bu muameleye bile isteye maruz bırakılmakta. Gündeme gelirken de -istisnalar hariç- yine yoğunlukla ideolojik saikler katılmaksızın yapılamıyor.
(Ana-Baba) Tutuklu Yargılama Şiddeti, Mağdur Çocuklar, Parçalanan Aileler
Kadın, erkek, çocuk, aile, boşanma, parçalanma, linç, ambargo, soyutlanma, şiddet…kelimelerinin içinde en çok geçtiği temel sorunlarımızın başında 15 Temmuz’dan sonraki OHAL süreci ve sonrasında sürgit devam eden ve ne zaman sonlanacağına dair de siyaseti, medyası, yargısıyla kimsenin bilemediği bir süreç devam edegelmekte. Türkiye tarihinin nadir gördüğü bir “sosyal yargılama” süreci bu. Bir dönem “Cemaat” ya da “Hizmet hareketi” olarak nitelenen, şimdilerdeyse bu kelimelerle anılmasının aklama anlamı taşıdığı, yanı mutlaka “terör” ile ilişkili sıfatların eklenmesini, topluma da, muhalefete de, farklı düşünenlere de icbar eden bir sürecin içinden geçmekteyiz.
4 yıldır sürgit devam eden ve yapısal bir duruma kavuşan bu sürece ilişkin irili ufaklı çeşitli raporlar da yayınlandı. En kapsamlılarından biri de hiç şüphesiz akademisyen Bayram Erzurumluoğlu’nun emekleri ve milletvekili Ömer Gergerlioğlu’nun katkılarıyla hazırlanan “OHAL Toplumsal Maliyetler Raporu”
Temelde yaşanan bir adalet ve hukuksuzluklar sorunu. Haklı endişelerle başlayıp ideolojik saiklerin sarmalamasıyla yürütülen bir süreç haline dönüştü. Toplumun önemli bir kısmına da bu şekilde kabul ettirildi. Yüzlerce sayfada yaşanan mağduriyetleri müşahhas örneklerle sunan bu raporların konumuzla direkt bağlantılı en can alıcı yönü, bir devlet şiddetine dönüşen bu sosyo-politik halin hiçbir şiddet tartışmasında hakettiği yeri bulamaması.
Kadın-erkek, ana-baba tutukluluklar ve yargılamaların yaşandığı, çocukların ziyadesiyle mağdur edildiği ve aileye, topluma, toplumsal barışa verilen zararların fiziki-manevi telafisi güç seviyelere ulaştığı bu hal, maalesef mesela İstanbul Sözleşmesi’nde taraf olmaya can atan kesimlerin -istisnalar dışında- çoğunluğunun gündeminde yer al(a)maması. Bunun en temel sebeplerinin başında gelen “korkular” hiyerarşisinde de, korkuların sadece iktidar kaynaklı olduğunu söylemek haksızlık olur. Çarpık, adaletsiz anlayışlara aynı korkular eşliğinde sürüklenen toplumdan da “korkulan” bir durum bu. İktidar, toplumun hatırı sayılır kesimi, verili konumların korunması…ilh diye devam eden bir “korkular zinciri”ne tekabül etmekte. Yargı eliyle sürdürülen “şiddet”in kendisini “şiddet” olarak kodlayıp konuşmaktan beri kılan sebepler zincirinin bir halkasını da, toplumsal fay hatlarının başka konularda birbirlerine dönük yatay korkularının varlığı gelmekte. “Suriyelilere dostluk ya da ilgisizlik (veya düşmanlık) beslemek” üzerinden yaşanan saflaşmanın kendisinin ehem-mühim sıralamasında yer alan diğer konuların üzerini örtmesi gibi. (Örneğin; “kadına şiddet”i feminist öğelerle gündemleştiren kesimlerin, Suriye’de kadına şiddeti görünmez kılmalarından ötürü, karşı safta yer alanların kendilerinde oluşan “haklılık payesi”nin diğer tüm konuları kapsadığı vehminde olduğu gibi. Halbuki aynı hususa tersi örnekler de bulmak hiç de zor değildir. Mesela farklı coğrafyalardaki otoriterleşme ve onun getirdiği yozlaşma örneklerine rahatlıkla eleştiri getirenler, -aynı konuda başkalarının çelişkilerini bir kenara bırakıp- kendilerinin neden aynı bağımsız sahih eleştirileri kendi ülkelerinin muktedirlerine yapmakta zorlandıklarını açıklamaları gerekir. Oysa “öteki” olarak kodladıklarının çelişkilerinden ötürü kendilerine konforlu bir zemin yarattıkları zannından kurtulup çuvaldız gerçeğiyle yüzleşmeleri gerekir.)
“Korkularımız” bizi, bizden farklı olanların otoritesine maruz kalmamak adına, her ne pahasına olursa tetikte tutmalı, anlayışı ile bu tetikte olma halinin bizden olduğunu varsaydıklarımız eliyle bize neler kaybettirdiği arasında karşılaştırmalı bir sorgulamaya gitmez isek, kendimizi metazorik bir değişime tabi kılarak, pekçok siyasal ve toplumsal ilkenin gözlerimiz önünde çiğnenegeldiği kendi otokrat ve despotik iklimimize teslim olacağımız bir vakıadır. Bu sadece dikey değil, aynı zamanda yatay bir gerçeklik olarak aslında işlevselliğe de sahip bir olgu.
Dini simgesel konular ile yine dinin merkezinde yer alması beklenen yolsuzluk, rant, otoriterleşme, adaletsizlik gibi konuların “ikincil” ya da “siyasi yaklaşımı da içinde barındırdığı için ötelenmesi gerektiği” gibi algılanmasına katkı sağlayan çarpık saflaşma meselelerinde olduğu gibi. (Meselenin bir diğer önemli boyutu da, çoğunluğumuzun tıpkı devlet gibi davranmasında yatmakta: “Söz konusu şu şu ise gerisi teferruattır” anlayışında olduğu gibi; “Söz konusu kadına şiddet ise gerisi teferruattır” ya da “Söz konusu ‘Bağımsız dış politika’ ise…” gibi. Ana gündemimize dahil ettiğimiz konulara kendi ideolojik, hamasi gömleklerimizi giydirmemiz, farklı konuları rahatlıkla ve haksızca ikincilleştirme, hatta gündem dışına itebilme duygusunu kavileştirmekte! Yani, “bunca ‘korkunun’ arasından sıyrılıp gerçekten sorun olarak kodlanan meseleleri sağlıklı bir şekilde konuşmak nasıl mümkün olabilir?” sorusuna aranan cevaba “Korkuların sadece siyasi otorite kaynaklı olmadığı, kendi içimizde kendimize ait, kendi üstümüzde otorite kıldığımız korkularımızın varlığıyla da yüzleşmek zorundayız” analizini de eklemek gerekli.)
Dolayısıyla konunun tüm siyasi boyutları bir tarafa, şiddet ise şiddet; ana-baba, ikincil, üçüncül akrabalık ilişkilerinin de içine dahil edildiği, tarihin nadir gördüğü bir hukuksuzluk sarmalının içinden geçmekteyiz oysa. Lakin kafalar bir o tarafa bir bu tarafa çevrilmekte. Perde arkasında konuşulmakla birlikte kamusal alanda “üç maymunu” oynamanın bir mukadderat olarak tercih edildiği bir vakıa.
Bu akıl tutulması halinin topluma ne türden bir maliyet getirdiğinin hesabını yapmak ise kimsenin işine gelmemekte. Konuları gündemleştirmenin sadece irrasyonel olduğu düşünülen risk alanları söz konusu değil, bir de buz gibi rasyonelleştirilen, tercihte bulunulan, mahalleye, gruba, cemaate, aşirete, başka önemli-önemsiz konularda kendisine destek kredileri sunulan muktedirlere getireceği zararları hesaba kitaba vuran bir “sorumluluk alanı” oluşturmakta bu durum. İktidar, zihinsel olarak toplumu da bu günahlarına o derece ortak etti, günahın literatürünü o derece mistifike etti, hukuksuzluklara maruz kalan sosyolojiyi o derece demonize etti/şeytanlaştırdı ki muhalefet partileri bile bu konudaki görüşlerini açık-sarih biçimde paylaşmaktan ürker hale geldiler.
Şimdi oturup düşünelim bakalım; İstanbul Sözleşmesi gibi konularda “bizlere kötülük hesapları yapan Batı” ya da “Hala içinden kurtulamadığımız çarpık ataerkil gelenek” mesela bu sorunlara ilişkin olarak nerede durmaktalar? Hangi zihniyet, hangi dünya görüşü, hangi geleneksel şiddet kültürü, hangi patolojik hal üzerinden bu soruna tanı koymalı? Koymalı mı? Böyle bir ihtiyaç hissedip hissetmediğimizi kendimize sorduk mu hiç? Meselemiz sadece hukukun çarpık işletilmesi, siyasetin hukuk üzerinde otoriterleşmesi mi yoksa daha derinlerde başka sorunlarımız mı var patologlarını arayan? (Burada, muhafazakar kesime empati yaptırma açısından şöyle bir parantez açalım: Herhalde bir ‘şiddet’ ancak öncesinde yaşanmış olan daha güçlü bir şiddete binaen kalplerde meşrulaştırılmakta. Peki bu “meşrulaştırmaya” dönük hakiki soruları kendimize gerçekten sorduk mu? O şiddetin sorumlusu olarak günah keçisi ilan ettiklerimizde isabet ettik mi gerçekten? Şiddetin sorumlularını toplumsal tabana yayarak çoğaltmak adaletin mi yoksa siyasi cehalet-basiretsizlik ve korkuların ürünü mü? Bu “korkular”ın toplumun belli bir kesiminden intikam almaya dönüşmüş olmasını normalleştirenler, bunu bize propaganda edenler kimler ve farklı bağlamlardaki konularda ne haldeler, hiç sorduk mu kendimize? Eğer en başta “tavan, ticaret, taban” diyenlerin politikaları makes bulsaydı, bizler bugün böylesi normalleştirmelere/meşrulaştırmalara ya da adaletsiz şeytanlaştırma ve suçlamalara vardıracak mıydık bakış açılarımızı/itikadlarımızı? Bugünkü şiddete dair hukuk ve vicdan yoluyla sorumluluk almaktan imtina ettiğimizde, en zayıf haliyle “gün gelir düzelir inşallah” diye iç geçirdiğimizde, şiddetin kurbanlarıyla helalleşmiş oluyor muyuz? Yoksa “aslında onlar da az günahkar değil ama ben yine de merhameti elden bırakmayayım” kadirşinaslığını kuşandığımızı mı düşünüyoruz? Peki mesela diğer saflaşma konularındaki cevvaliyetimizden farklı olmak kaydıyla, “öteki” olarak kodladıklarımız arasından toplumsal bağlamda ve görünür tarzda bu meseleyi sahiplenenlerden neden geri kaldığımız üzerine sağlıklı bir özeleştiri yapabildik mi mesela? Bu özeleştiriyi yap(a)mamanın bizi sürüklediği atmosfere ilişkin kalplerimiz mütmain mi? “Öteki” olarak kodladıklarımızın vurdumduymazlıkları, seküler hazcılıkları, feministlikleri, adaletsizlikleri üzerine yapageldiğimiz cevval eleştirileri burada işletmekten alıkoymadaki “korkuları” sağlıklı biçimde masaya yatırabildik mi? “Korkular mı adalet mi?” sorusuna gerçekten samimi bir cevap arıyor muyuz? Yoksa “’öteki’nin bahşettiği tehlike olmasaydı rahatlıkla özeleştiri yapardık” mı diyoruz!)
Cesaret gösterip sorunlar hiyerarşimizin listesine -pahası ne olursa olsun- kadın, erkek, çoluk çocuk, yaşlı demeden şiddetin en kötü hallerini resmeden bu sosyal yarayı da katacak mıyız gün gelip? Yoksa “Hassasiyet gösterdiğimiz mevzular başka, bu mesele ise bambaşka” deyip huzurla koruduğumuz konumlarımıza halel gelmemesi için kendimize ait olduğunu zannettiğimiz hiyerarşisi bozuk listelerin peşinden koşmaya devam mı edeceğiz?
Örgütlü toplumsal kesimlerin birbirlerine dönük ideolojik-fikri şiddet de içeren “kendi gündemleri” kadar, insan ve hak temelli konularda devletin toplumun hatırı sayılır bir kesimi üzerine uyguladığı şiddeti de heybemize katabilecek miyiz acaba?
Öyle ya da böyle, toplumun her türlü sorunu, o sorunlara dönük en dezavantajlı kesimlerin problemleri gerçekten masaya yatırılarak “ideolojik yaklaşımlardan ari” şekilde çözüme kavuşturulmaya çalışılmalıdır. Zaten kavga-dövüş proseslerinin ardından bir süre sonra mecburen o kıvama da gelinecektir. Lakin adalet ve hukuk temelli konuların tümünde bu “ideolojiden ari hak temelli yaklaşım”ın örneklerini ortaya koymalı; kadına, erkeğe, yaşlıya, çocuğa velhasıl İNSAN’a dokunan her meseleye, kime ne yarar ya da zarar getirir diye bakmaksızın “Ama’sız” bir ilkesellikle yaklaşabilmeliyiz. Bu olmayınca, hangi meseleye el atarsak atalım, dar kapsamlılık, sakillik, samimiyetsizlik ve hesapçılık görüntüsünden kurtulamayacağız!
Her meseleye cesaretle, her türlü siyasi hesaptan ari şekilde yaklaşabilmeyi kimlik edindiğimiz gün, hangi konuya el atarsak atalım, toplumsal ve siyasal bağlamda da er ya da geç mutlaka karşılığını bulacaktır…
Yorumlar
Yorum Gönder