Ahmet Davutoğlu’nun her pazartesi gerçekleştirdiği basın toplantısı konuşmaları Ramazan bayramı arasından sonra dün de kaldığı yerden devam etti. Her biri, yöneticiler, akil insanlar ve halk açısından öğretici ve bilgilendirici içeriklere sahip konuşmaların, sorunların tespitiyle kalmayıp geniş çözüm içeriklere, klasik popüler siyasi söylemlerin ötesinde niteliğe haiz olmasıyla ülkenin geleceği açısından önemli ve değerli. O yüzden, dünkü konuşmadan bazı satır başlıkları ve içeriklere dikkat çekmekte fayda mülahaza ediyoruz.
Ahmet hocanın ilk verdiği mesaj 27 Mayıs vesilesiyle TBMM’ne ve grubu bulunan bütün partilere yaptığı çağrı idi:
“27 Mayıs sonrası kurulan ve hukuk tarihimizin yüz karası olan Yassıada Mahkemelerinin aldığı tüm kararları geçersiz kılan ve bu süreci keenlemyekun ilan eden bir Meclis kararı derhal alınmalıdır. Demokrasi şehitlerimize borcumuzu nutuk atarak değil böyle bir kararla iade-i itibar yaparak ödeyebiliriz.”
Tabii darbeler ve darbeciliğe dönük mesajları bununla sınırlı kalmadı. Bugün girilen ilişkiler ağının da ülkeyi nereye sürüklediğini şu sözlerle ifade etti:
“Son dört yıl içinde AK Parti’nin demokratik eksenini zayıflatan ve tasfiye noktasına getiren bu ilişkiler ağının bir sonraki hedefi AK Parti’yi 28 Şubat sonrasında iktidara taşıyan geniş kitlelerin sivil direncini de kırarak iktidarın küçük ortağının hala kanal kanal dolaşarak dillendirmekte beis görmediği 28 Şubat zihniyetini hortlatacak bir dönemi başlatmaktır…”
Korkularımız ile ilkelerin kaybı arasındaki korelasyona ilişkin de şu hatırlatmada bulundu:
“Karşı karşıya kaldığımız soru açıktır: Siyasal kazanımlarımızı kaybedersek daha önceki darbe süreçleri sonrasında görüldüğü gibi tekrar kazanabiliriz ama ya her gün güç yozlaşması ile kaybetmekte olduğumuz değerleri tekrar nasıl kazanacağız?..
Bugün kazanımlarımızı kaybedeceğiz kaygısıyla yanlışlıklara göz yumanları ve onyıllara dayalı fedakarlıklara dayalı birikime ve kurumlara dönük baskılara sessiz kalanları böyle bir dönemin ayak sesleri konusunda uyarmayı sadece bir siyasi parti genel başkanı olarak değil, aynı zamanda ve öncelikle de hayatını bu milli ve sivil birikimin oluşumuna adamış bir ilim adamı olarak da vazife addediyorum…
Şu hususun altını bir kez daha kalın çizgilerle çiziyorum: Bir kişinin ya da partinin değil en az dört neslin mücadelesinin ürünü olan kazanımları korumak için milletimizin kaderini alternatifsiz bir savrulmaya asla teslim etmeyeceğiz…”
KAPALI EKONOMİ VE “DEMOKRASİ OLMADAN DA KALKINMA OLUR” İDDİASI
Hoca, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın “demokrasi olmadan da ekonomik kalkınma olabileceğini” ifade eden sözlerinin normal şartlarda ana gündem olması gerekirken basında konu edilmediğini vurguladıktan sonra, iktidarın liyakatsiz ve ciddiyetsiz ekonomi yönetiminin kendi beceriksizliklerini örtmek için ekonomik krizi "küresel piyasalardan gelen döviz ataklarına ve dış mihraklara" bağladığının altını çizdi:
“İktidar ekonominin sorunlarını, kadroların acizliğini, politikaların yetersizliğini, akıl-dışı/tek merkezli yönetim tarzının yol açtığı sıkıntıları ülkeyi adım adım dünyadan kopararak çözmeye çalışmaktadır…
1970’leri çocukken bile görmüş olanlar sermaye kontrolü, ithalat kontrolü, döviz kontrolünün nasıl bir ülke ortaya çıkardığını çok iyi bilirler…
…AK Parti, uzun yıllar boyunca ülkeyi dışarıya kapatan içe kapanmacı zihniyetle mücadele etti.
Ne yazık ki bugün bütün o emeklerin, mücadelenin heba edilmesine şahit oluyoruz.
Aklı başındaki herkes bu köhne kafanın ülkeye maliyetini iyi bilir.
Bu ülke cebinde döviz olanın suçlandığı günleri gördü.
Amerikan pazarı denilen yerlerde normal temin edilemeyen ithal ürünler satılır insanlar oralarda kuyruğa girerdi.
Şimdi iktidar, Türk ekonomisinin dünya ile entegre olmasını istemeyi ülkeyi ithalat cennetine çevirmek olarak görüyor. İhracatla büyüyen Türkiye’nin ürünleri dünyaya vergisiz serbest satılsın ama ülkeye giren her şeye vergi koyun.
Ben size söyleyeyim bu kafa ülkeyi üzerinde “Türkiye’de üretilmiştir” yazan ürünlerin ihraç edilemediği, fabrikaların kapandığı, dünyanın ulaştığı teknoloji ve bilim seviyesini de sadece filmlerde gördüğümüz bir yere götürür…
Bunların yedikleri, giydikleri, içtikleri, banka hesapları, okudukları okullar; hepsi yurt dışında hepsi yabancı. Onların tuzu kuru tabii. Ama kalkıp kahve muhabbeti düzeyinde ithalat ve ihracat analizleri yaparlar.”
BAKAN ALBAYRAK’IN ÇARPIK ÇİN-DEMOKRASİ-KALKINMA KORELASYONU
Bakan Albayrak’ın demokratik olmayan Çin yönetimi ile kalkınma ve yabancı yatırım ilişkisine dair kurduğu düz mantığı eleştiren hoca, bu korelasyona veriler eşliğinde eleştiri getirdi:
“Hazine ve Maliye Bakanı…yaptığı açıklamada Çin’i işaret ederek ‘dünyada en çok yatırım çeken ülke ve demokrasi, aynı cümlede kullanabiliyor muyuz?’ gibi niyetini açıkça ortaya koyan çok tehlikeli bir yaklaşıma sahip olduğunu göstermiştir.
Halbuki Bakan’ın zannettiği gibi uluslararası yatırımcı Çin’e doğrudan yatırım yapmamaktadır.
Yatırımcı demokrasinin, hukukun, açıklığın ve serbest kambiyo rejiminin olduğu, kurumsal kapasitesine güvendiği Hong Kong’u, Çin’e yatırım yapmak için bir ‘aracı’ olarak kullanmaktadır.
BM tarafından yayınlanan son rapora göre dünyada 1,3 trilyon dolarlık FDI gerçekleşirken, Çin 139 milyar dolar ile ABD’den sonra en fazla doğrudan yabancı yatırım çeken 2. ülkedir. Dünyada en fazla doğrudan yabancı yatırım yapan ülkeler sırasıyla Japonya, ABD ve AB ülkeleri iken Çin’e gelen yatırımların %72,1’i Hong Kong’dan gelmektedir. Çünkü yatırımcılar Çin’in demokrasisine, hukuk sistemine ve kurumsal kapasitesine güvenmezken, Hong Kong’u bir tür ‘finansal güvenlik duvarı’ biçiminde kullanmaktadır.
Türkiye’nin 64 puanla 71., Çin’in ise 59 puanla 103. olduğu ekonomik özgürlük endeksinde Hong Kong 89,1 puanla dünyanın ekonomik olarak en özgür 2. ülkesi konumundadır. Detaylı bir biçimde incelendiğinde Hong Kong; hukukun üstünlüğü, mülkiyet hakkı, yargı etkinliği ve dürüst devlet kriterleri bakımından dünyanın en güçlü ülkeleri arasındadır.
Bu açıkça kahve düzeyindeki iktisat bilgisiyle yapılabilecek bir saçmalamadır. Bugünkü ekonomi yönetiminde cehalet diz boyudur.
Demokratik bir ülkenin bakanının hem demokrasiden hem de demokrasi-yatırım ilişkisinden bu kadar uzak olması ancak nepotizmle, yani akraba kayırmacılığı ile mümkündür. O da bizim ülkemizin son yıllardaki en ağır salgınıdır.”
YANGINDAN MAL KAÇIRICASINA ALINAN KARARLAR
İktidarın bayramın birinci günü yangından mal kaçırırcasına döviz işlemleri için banka ve sigorta muameleleri vergisi oranını %1 gibi çok yüksek bir seviyeye çıkarmasının insanları “arka yollara” yönlendirip işlemlerin kayıt dışına çıkmasına yol açacağına değinen hoca ciddi uyarılarda bulundu:
“Bunlar bir yana, kambiyo vergisini getirenlerin “Zenginlerin elindeki döviz... vatandaşın elindeki döviz” şeklinde ayırması vatandaşa açık bir tehdittir.
Her ne olursa olsun, Türkiye’ye hala güvenen, birikimlerini bankacılık sisteminde tutan vatandaşları adeta suçlayan ve hedef gösteren bu söylem, sektöre duyulan güvene zarar verir.
Birileri de kalkıp ‘İnsanlar Türkiye’ye güvenip paralarını Türk bankalarında ve kayıt içinde tutacaklarına Man Adası veya Malta gibi yurt dışı vergi cennetlerindeki gizli hesaplarda mı tutsaydı?’ diye sorarsa ne cevap vereceksiniz?
Kambiyo rejimiyle, ithalat rejimiyle çocuk oyuncağı gibi oynamanın nasıl bir ekonomi ortaya çıkaracağı bir tartışma konusu değildir. Türkiye bütün bunları elli yıl önce oldukça acı bir şekilde yaşamıştır.
Bu yaklaşımların sebep olacağı tek şey ülkede refahın, yaşam standardının ve dünyaya ulaşımın ciddi şekilde azalmasıdır.
Yurt dışına gitmenin ancak belirli bir zümrenin hakkı olmasıdır.
Basit dayanıklı tüketim malzemelerinin birer lükse dönüşmesidir.
Dünyayı komplo teorilerinden, ekonomiyi uyduruk analizlerden, piyasayı dedikodulardan öğrenen cahil bir aklın ne Türkiye ekonomisinde olup bitenleri ne de dünyada olup bitenleri idrak etmesi mümkün değildir.
Edemediği için de açıkça demokrasinin ülkemiz için bir yük olduğu, demokrasi olmamasının yatırımlar için bir sorun teşkil etmediği söylenebilmiştir.”
DIŞ POLİTİKA YÖNETİMİNE İLİŞKİN ELEŞTİRİLER
Çin konusunda Bakan’ın sözlerini yabancı yatırım-demokrasi ilişkisi üzerinden eleştiren hoca, iktidarın Çin ile olan ilişkilerinin sağlıksızlığını genel anlamda uluslararası ilişkiler noktasındaki zaaflara da bağlayarak değerlendirdi:
“Sayın Cumhurbaşkanı, Bakanının açıkça dile getirdiği Çin özentisine ne demektedir?
Doğu Türkistan’da kardeşlerimizi toplama kamplarında toplayıp 21. Yüzyılın en aşağılık zulümlerini yapan Çin modelini bu bakan niçin örnek göstermektedir?
2009 yılında baskılar daha bu düzeyde değilken bile Doğu Türkistan’daki Çin politikasını ‘soykırım’ olarak tanımlayan sayın Cumhurbaşkanı şimdi niçin suskundur?
Bu fikirleri, size Çin zulmünün Türkiye mümessili yeni iktidar ortağınız mı aşılıyor? 28 Şubatçı, demokrasi düşmanı bu kıymetli yol arkadaşınız mı veriyor bu akılları?
Büyük bir ülke olarak Çin ile ilişkilerimizi geliştirme zarureti yapılan zulümler karşısında sessiz kalmayı mazur kılmayacağı gibi Çin modelini Türkiye’ye taşıma gibi arkaik bir Maoculuğu da meşru kılamaz.
2009’da hem soydaşlarımıza sahip çıkmış hem de Çin ile ilişkilerimiz rasyonel bir zeminde geliştirmiştik. Çünkü o dönemde bütüncül bir strateji içinde AB, ABD, Rusya ve Çin gibi büyük güçlerle dengeli bir ilişki modeli uyguluyorduk. Şimdi ise, bu ülkelerle geçici ve dönemsel bağımlılığa dayalı edilgen bir dış politika uygulaması söz konusu.
Birkaç ay ABD baş düşman edilerek bütün olumsuzluklar onunla ilişkilendiriliyor, birkaç ay sonra Trump en yakın dost ilan ediliyor. Trump’dan alınan tarihimizin en onur kırıcı mektubundan kısa bir süre sonra Washington’da bir teslimiyet tablosu çiziliyor.
Büyük iddialarla ve milyarlarca dolarla S-400 ler alınıp Rusya ile stratejik müttefiklik görüntüsü vererek Batı ittifakı içinde tartışmalar yaşadıktan sonra bu sistemin Nisan ayında devreye girmesi erteleniyor ve Mayıs ayında Karadeniz’de ABD ve Ukrayna ile birlikte bir hava tatbikatına katılınarak Rusya’ya mesaj niteliğe taşıyan bir adım atılıyor.
Dinamik uluslararası konjonktürde mesele-bazlı işbirliği öncelikleri geliştirmek doğrudur; ancak bunları konjonktürel bağımlılık ilişkisine dönüştürmek telafisi güç stratejik kayıplara yol açabilecek vahim bir hatadır.
Türkiye gibi bir ülke büyük güçlere konjonktürel bağımlılıklara dayalı bir dış politika anlayışı ve uygulaması ile itibarını da, çıkarlarını da koruyamaz.”
“Uçacağız” denilen Başkanlık sistemine geçişten bu yana ülkede nelerin değiştiğine ilişkin rakamlarla bakmayı ise bir sonraki yazıya bırakalım…
Yorumlar
Yorum Gönder