Yeni Şafak’taki bugünkü yazısında Mehmet Acet, Ankara Hamamönü’ndeki Anadolu Yayıncılar Derneği’nin merkezinde Adalet Bakanı Abdülhamit Gül ile bir grup gazetecinin biraraya geldiği toplantıda neler konuşulduğunu yazmış.
Yazara göre bakan, göreve geldiği günden bu yana ‘adalet’ ve ‘hukuk devleti’ gibi kavramlar üzerinde titriyor, aynı zamanda reformcu ve özgürlükleri kollayan bir profil çiziyormuş.
Hiç şüphesiz bu tespitler, yıllarca bakanlık koltuğunda oturmuş bir şahsiyetin emeklilik döneminde verilmiş ve anılarını anlattığı bir röportaj olsaydı, yeni nesillerin onun kişilik çözümlemesini yapmaları açısından faydalı olabilirdi. Üstelik sadece bakan değil, bu ülkede yediden yetmişe kime sorarsanız, ‘adalet’ ve ‘hukuk devleti’ adına ne kadar halisane niyetler taşıdığını size söyleyecektir. Peki ardından görevde olan bir bakanın ‘reformculuk’ ve ‘özgürlükleri kollama’ gibi özelliklerinin de sıralanmasının okuyucuda nasıl bir etki yapması beklenmektedir? Adalet Bakanının, kişisel olarak güzel hasletlere sahip bir kişilik olması ile bahsi geçen alanların işleyişiyle ilgili meselelerde kamuoyunun yaşadıkları ve bildiklerine katkı yapan husus nedir?
Burada aklımıza iki soru düşmektedir:
Birincisi; mevcut işleyiş ve gidişatın kötü olduğu bir vakıadır; bakan da bunları görmektedir ama elinden bir şey mi gelmemektedir? Mesela ‘reformlar’ yapmak istemekte ama yaptırılmamakta mıdır?
Buna bağlı olarak da ikincisi; böylesi bir durumda bir bakan ne yapmakla yükümlüdür? Mesela istifa müessesesini işletmek bir çözüm müdür yoksa böylesi ilkesel düşünen bir bakanın bu kötü şartlarda görevde olmasını nimet olarak mı görmek gerekmektedir? Yazarın, tüm olumsuzluklara rağmen bakanın PR’ını yapmak ve kişiliğini tanıtmaktan bağımsız olmak kaydıyla aslında sistemin işleyişiyle alakalı olarak bize düşündürtmek istediği şey ilerleyen satırlarda ortaya çıkmaktadır:
“AK Parti iktidara gelmeden önce tutuklu yargılamaların oranı yüzde 41 civarında iken şimdi bu oran yüzde 16,8’e kadar gerilemiş.
Tutuklu yargılamaların istisna olduğu ilkesi dikkate alındığında bu oranın da aslında yüksek olduğunu düşünebiliriz.
Ama öbür yandan tutuklu yargılama oranlarındaki bu gerileme, yargıya dönük eleştirilerde de ‘ölçülülük’ ilkesinin güdülmesi ihtiyacını beraberinde getiriyor.”
Yani?
Yanisi şu. Okuyucuya geçmişle karşılaştırma yaptırtıp yatıp kalkıp dua edilmesi gerektiği, geçmişe nazaran daha iyi bir durumda olduğumuzun hatırlanması salık veriliyor! Bununla da kalınmıyor. “Ölçülülük ilkesi”nin OHAL süreciyle birlikte tarihin nadir gördüğü örneklerle çiğnendiği vasatta başka bir derdin uzantısı olarak, aynı “ölçülülük ilkesi”nin yargıya dönük eleştirilerde de dikkate alınması gerektiğini ekliyor!
“Bu zamanda bir gazetecinin yerini koruması hakikaten zor zenaat” dedirten türden ve kolay kolay kimsenin aklına gelmeyecek bir “analiz” bu. “Yargının da yaşadığı sıkıntılar var. İhraçların ardından genç, tecrübesiz hukukçular kadrolara yerleştirildi; evrensel normlarla da anayasa ile de uyumsuzluk arzeden siyasi kriterler bu yargı mensuplarının önüne konarak haksız kararlara imza atmak zorunda kaldılar; coğrafi teminatları yok; ‘yargı altın çağını yaşıyor’ diyenlerin baskılarına maruz kalıyorlar; FETÖ borsası gibi ithamların genelleştirilmesiyle boğuşmak kolay değil” falan dense bir derece. Öyle denmiyor. Geçmiş, önümüze bir karşılaştırma terazisi olarak konarak “ölçülülük” gibi önemli bir evrensel hukuk kriterinin yargı mekanizmasına, onun işleyişine ilişkin adaletli olunması talebini içrek bir betimleme yapılıyor. Böylelikle aslında bakanın niyet ve pozisyonunu da, yargı mekanizmasının işleyişini de aşan bir niyet izharı ortaya konup hem mevcut sistem ve işleyişi zihinlerde normalleştirilmeye ve meşrulaştırılmaya çalışılıyor, hem de bu işleyiş zaman zaman ‘adalet’ ve ‘hukukun üstünlüğü’ ilkeleriyle bağdaşmıyor gibi görünse de zımnen “katlanılması gerektiği” talebini içeriyor. Beterin de beteri var kabilinden…
“Bir bakanın ilkesel (ve herkesçe kabul görür) demeçleri üzerinden başlayan bir yazı nasıl olup da buralara varır?” diye sormayın. Yazının amacının zaten hayata bir türlü geçemeyen o ilkelere inancın tezahürlerini pekiştirmek; iktidara ‘yol yakınken bu yanlışlardan dönün’ demek ya da kamuoyuna umut aşılamak olmadığı çok açık değil mi?
Yazarımızın meselesinin Adalet Bakanı olmadığını belirtmemiz de bundan kaynaklı.
Mesela bakanın hülyalarına ilişkin yıllar sonra gelen şu hatırlatma:
“…Bakanlığa yeni geldiği dönemlerde yaptığımız bir televizyon programında “Hedefimiz, Sıhhıye’deki Adalet Sarayı’nın önünden geçerken insanların ‘İşte burada adalet dağıtılıyor’ diye düşünmesi, demişti.”
Herhalde bugün bu tablonun yanından bile geçilmediğinin, geçilemediğinin farkındadır sayın yazar. Peki o zaman bu hatırlatma niye? ‘Yapmak istedi ama yapamadı’ zımni tespiti mi yoksa bireysel PR’ın devamı mı?
O sarayların önünden geçmiş, içine girmiş, hakimin karşısına geçmiş, haklarındaki uzun tutukluluk kararları ikinci cezalandırmalara dönüşmüş, masumiyet karineleri devam eden onbinlerce insan; delilsiz ya da zayıf delillerle malul iddianamelerle bir torbaya atılıp “örgüt üyesi” ya da “üye olmamakla birlikte…” diye yılları, umutları, aileleri çalınan insanlar acaba bu sözleri duyunca ne hissedecekler?
“İlkesel olarak bizim yanımızda olan bir bakan var ama ne yapalım, tıpkı İstiklal Mahkemeleri için ‘Suyu Arayan Adam’ kitabında Şevket Süreyya’nın işaret ettiği gibi, aslında suçsuzuz ama kurulmak istenen yeni bir dönemin (rejimin) kurbanlarıyız” deyip empati yapmaları mı beklenmektedir?
Bakan, ilkeler manzumesini tekrarlarken yazarımız da bize bunları cümle cümle aktarmış ve yargının "Pardon" deme lüksü olmadığından da bahsetmiş:
"Türk milleti adına karar veren hakim/savcı Türk milletine sırtını dönemez, bu milletin ihtiyaçlarını beklentilerini dikkate almak zorundadır. Yargının pardon deme lüksü yoktur. Çünkü pardon dediğiniz aylarca yıllarca cezaevinde kalmıştır, bir sabah, bir gece gözaltına alınmıştır. Yani buradaki pardon o kişi lekelendikten sonra hukuk sistemine ve o kişinin onuruna çok büyük hasar verir.”
Yazara göre bu sözler “özellikle yargı sistemi içinde uygulama makamında olanlara dönük bir çağrı, bir titizlenme.” imiş. Elbette bu sözler, hele bir adalet bakanının ağzından, halen bu şekilde işleyen bir yargıya dönük önemli uyarılar. Ama aynı zamanda zımni değil açık itiraflar! Ama yazarımız ne anlamış? Bakalım:
“Yargının sorunları için ‘mazeret aramaya’ yönelmeyen ama haksız ithamlara da prim vermeyen bir tutum”. Bakan böyle bir vurgu yapmıyor ama profesyonel gazetecimiz niyet okumasını ekliyor pasaja, tıpkı “ölçülülük ilkesi” meselesinde olduğu gibi. Bakanın yaşadığı mahcubiyet ve suçluluk hissini ‘ustaca’ başka bir tarafa çekiyor; “Neyi itiraf edersek edelim, suyun üstüne çıkmayı unutmayalım, muarızlara koz vermeyelim” dercesine…
Gazeteci bunları sormalı, bakan bunlara cevap vermeli
Meselemizin bir köşe yazarı olmadığı, bir zihniyet sorunu olduğu herhalde anlaşılmıştır.
Meselemiz bir bakan da değil. Hele ki Başkanlık Sistemi’yle birlikte kurulan bir düzende tek başına bir insanı hedefe koymak hiç değil. Çünkü onun da icrai yetkileri bir yere kadar. Koskoca habitatı bir kenara bırakıp bir insanı yargılayarak, bütün bir günahı onun üzerine yükleyecek kadar saf değil kimse. Ama makamın ağırlığı da ortada. Yüzbinlerce mağdur açısından baktığımızda onlar, bir insanın bireysel zihin ve yürek dünyasına değil icraatlarına bakarlar. Cezaevlerinde hasta olup tahliye edilmeyen yakınının neden hala orada tutulduğunun hesabını elbette o makamda oturana sorar. Yap(a)mayacaklarıyla değil yapabilecekken yapmadıklarıyla, konuşması gerekirken neden sustuğuyla ilgilenir.
Hele ki bir bakana bu soruları soramayan bir gazetecinin yazdıklarıyla hiç ilgilenmez! Hatta içten içe (ve gazeteciyi hiç umursamadan) bakana daha bir öfkelenip “Neden arada bir karabatak gibi çıkıp evrensel normlara vurgu yapmak yerine kamuoyunun, mağdur ailelerinin, mahkumların, cezaevlerinde kötü muamelelere maruz kalmanın ötesinde covid riskiyle yaşayanların…sorularına net cevaplar vermek üzere konuşmuyorsunuz?” diye sorar ya da “medyanın rol üstlenip insanların lekelenmeme haklarını çiğnediği ortamlarda çıkıp neden bunların künhünü açıklamadığı, pervasızlaşanlara bu ilkeleri hatırlatmak amacıyla açıklama yapma cesaretini neden gösteremediğini” sorgular.
Hele gazetecinin seçerek koyduğu şu cümleler üzerinden bir sistemin -araya FETÖ sıkıştırılıp geçmişe yaslanarak- aklanmaya çalışılmasına acı acı gülümseyip “Hatırlamak ne kelime, hiç unutturmadılar ki!” der:
"Yargıya adalet dağıtan bir mekanizma olarak değil de, ele geçirecek bir mevzi olarak bakan, ele geçirdiği zaman da bunu sopa olarak kullanan bir anlayış vardı hatırlarsanız."
Yorumlar
Yorum Gönder