Yazının ilk bölümünü şu tespitlerle bitirmiştik:
“Toplumsal meselelerde bu ülkenin vicdanı olmuş ve olmaya da devam eden bir sosyolojiye tarihin bir kesitinde “bir despota destek olmak için dondurulmuş ve büyülenmiş bir sosyal kesit” muamelesi yapmazdan evvel, herkesin kendi muhayyile kodlarını gözden geçirmesinde, “despot denenler gitse bile despotizm bitmeyecek” algısını ıslah etmeye kafa yormalarında fayda var.
Neticede “keşfedilmiş bile olsa” ilkeler, merhamet olmadan yol alamazlar. İlkeleri merhametsizliğe, merhameti ilkesizliğe kurban vermeyen bir anlayış geliştirilmek zorundadır. Bu siyasetin de yine ağırlıklı olarak bu sosyolojiye dayanması gerektiği izahtan varestedir.” demiş ve eklemiştik:
“Bir sonraki yazıyı, çuvaldızı bu sosyolojiye batırmaya ve ‘haklı korkular’ terbiye edilip aşılmadan ‘yeni bir demokratik kültürel dönüşüm’ün gerçekleşmesinin zorluğuna ayıralım.”
Malum, korkunun ecele faydası yoktur. Lakin bu konularda bırakalım mezkur sosyolojiyi, bu topluma yön verme iddiasındaki entelijansiyanın da bu konularda zihinlerinin net olmadığı örneklerle ortadadır.
Sadece kimlikçi korkular, edinilmiş avantajlara halel gelmesin, “öteki cenah” kazanım sağlamasın için verilen destekler sadece inkıtaları oynamaya yeter. Hele ki bir takım yozlaşmaların, hukuksuzlukların, nepotik ilişkilerin ve halktan kopuşların yaşandığı kibir iklimini müşahade edip de toplumsal olarak kafayı kuma gömmenin hiç kimseye, en başta da mezkur kesimin kendisine faydası yoktur. O gelen gelecektir, mağlubiyetse mağlubiyet, kayıpsa kayıp, her yapıp edilen kendi ellerimizle olmaktadır nitekim.
Keşke sorunumuz sadece kısa süreli bir kayıp-kazanç meselesi olsaydı; ama öyle değil. O korktuğumuz ne varsa süratle başımıza getirecek bir siyasi sosyo-politik inşaya da maruz kalmaktayız. Yani nakavt olmamış boksöre, antrenörü havlu atmadığı için bir umut ‘ringte ve ayakta’ muamelesi yapmaktayız adeta.
Yapılan yanlışlar sırf kimliksel reflekslerle tolere edildikçe, sadece ahlaki-dini açıdan kayıplar yaşamıyor, yanımızda yetiştirdiğimiz evlatlarımıza da “ya kimlik ya ilkeler” ikilemini dayatıyor ve elimizden kayıp gitmelerini de yaşlı gözlerle izliyoruz. “Ya fıtri-ahlaki zemin, ya kimliksel kazanımlar” dedikçe, çözümü İslami muhayyile ve literatürde değil de seküler dünyalarda arayan bir nesle ellerimizle yol verdiğimizin farkında bile değiliz. “Dindar nesil” yetiştirmenin fanusta adam kollamak ya da hayatın gerçeklerine rağmen idealizmi törpülenmiş ama dini ritüelleri yerine getirdiğinde kifayet edilecek bir olgu muamelesi yapmaktayız, -geçmişte eleştirdiğimiz birilerine öykünür gibi adeta.
Ve bugünlere, sustuğumuz, kol kırılsın ama yen içinde kalsın tutumuyla eriştiğimizi hala itiraf etmekte güçlük çekmekteyiz. “Metal yorgunluğu” retoriğine aldana aldana, “belki düzelir”, “şunlar yapılsa telafi mümkün olur”, “şu adamlar olmasa...” diye uzayıp giden bir hayıflanma listemiz var ama asli görevimizi, temelden yapmamız gerekenleri, ahlaki zeminin korunmasının zorunluluğunu erteledikçe elimizde kaybedecek bir şeyin kalmayacağı zamana doğru ilerlediğimizi, ahlaki üstünlüğü, ellerinde sorunların gerçek çözümüne dair reçeteler olmayanlara kaptırmaya devam edeceğiz.
Ve hepsini, tümünü ellerimizle inşa ettiğimiz gerçeğini kendimize itiraf etmeyerek birkaç yıl daha kazanacağımızı umarak ve ıslık çalarak yolumuza devam etmekteyiz. Oysa “konuşursak düşmana koz verilir” denen hususların tümünde “konuşulmadığı, susulduğu için kozlar verilmektedir”. “Biz ve onlar” dikotomisinden çıkmanın bedellerine katlanma cesareti gösterilmediği için yeni nesillerimiz o “biz”den hiç de kompleks duymadan ayrılma istidadı göstermekte. Böyle yapmaklıkla kendisine dayanılan muhafazakar sosyoloji de olabildiğince zihinsel bir kirlenmeye maruz kalmakta. “Beka” söylemini önceleri birlikte sahiplenirken, bir süre sonra “acaba bu sadece içimizden bazı kesimlerin bekası mıdır” diye sorması da çok uzak değil. Lakin bu bilince varsa bile, yükseltilen milliyetçi eksen yüzünden kendisine gelebilmesi, bir takım gerçekleri yakından müşahade edebilmesi ve rehabilite olabilmesi için yeniden bir gayreti kuşanmak gerekecek.
“Haklı korkular”a yaslanarak bir sosyolojiyi konsolide etme siyasetinin de bir ömrü vardır. Buna maruz kalanları karşıdan seyretmenin de entelijansiyaya ödettiği ciddi bir bedel. O bedel ki artık yeni nesiller tarafından ciddiye alınmamak. Hayatı ve yaşanan onca dramı, trajediyi, adaletsizliği, yozlaşmayı, hokkabazlığı ciddiye almayıp tahammül bekleyenleri kim, niye ciddiye alsın ki? Ama sorunumuz burada bitmiyor. Boşluğu kapatmak için ciddiye almaya meyil duyduklarında da nitelik ve merhamet sorunu olduğu için adeta nesilleri bir tür psiko-sosyal ve siyasi nihilizmin içine sürüklüyoruz.
“Ötekiler”in kimliği, çelişkileri, adaletsizliği, uzaklığını değil, aynadaki aksimizi gündemimize almalıyız. Konu “onlar” değil “biz” olmalı. “Bizim bizden kopuşumuz”u konuşmadan başkasının çelişkileri beni haklı çıkarır mı? Hataları yapan “biz”, sorunları üreten “biz”, sorunların çözümü için “iyiliği emr...” mekanizmasının işlemesini bile isteye inkıtaya uğratan “biz” ama başkalarının verili ya da muhtemel günahları üzerinden kendimize “ahlaki meşruiyet” adına bir çıkış yolu arıyoruz. Üstelik “biz”in içindeki şahinler bütün bu olan biteni umursuyorlar mı o da ayrı bir soru olarak ortada duruyor!
Nasıl bir ahlaki-siyasi duruş sorusuna cevap aramaya nazlanırken, ülkede bir sistem adeta yeniden inşa oluyor. Uyandığımızda “biz”e ait ne kalacağı da ayrı bir soru olarak havada asılı duruyor.
Uzun ince bir yoldayız yazmakla bitmeyecek olan, devam edeceğiz...
Yorumlar
Yorum Gönder