15 Temmuz’dan önce de sonra da çok ağır bedeller ödediğimiz, nice badirelerden geçtiğimiz günler oldu. 100 yıllık tarihin önemli bir kısmında bu bedeller, resmi ideolojiye yaslanan ve kendi çıkarları adına onun tahkimi için elinden geleni ardına koymayanlar tarafından bütün bir topluma ödetilmeye çalışıldı.
15 Temmuz’u bir daha o günlere asla dönmeme, yepyeni bir beyaz sayfa açma adına bir umut olarak görmüştük. Olmadı, olamadı…
O MALUN “İRADE”
Prof. İzzet Özgenç hocanın KARAR’dan Ahmet Taşgetiren’e verdiği mülakatta vurguladığı bir husus vardı. Hoca orada, hatalar yapan iktidarı FETÖ ile mücadelenin başka taraflara çekildiğine dair uyardığı halde kendisini dinlemediklerinden bahsederken, başka bir önemli hususa dikkat çekti ki, o da aslında uzun bir süredir bu meselelere kafa yoranların da şüphe ettikleri bir konu idi. Hoca mealen “bile isteye yanlışlar yaptırıldığından” ve bir “irade”nin de burada vaziyet aldığından bahsetti.
Bu tabii “aslında iktidarın amacı bu değildi, kandırıldılar” anlamına gelmiyor. Siz iktidar olarak birilerinin istedikleri yola ve kıvama doğru ilerledikçe, ilkelerden uzaklaşıp sizi siz yapan hikayeyi buruşturup çöpe atınca, etrafınızı bu amaca matuf olmak kaydıyla boşaltınca, o boşluklar da birileri tarafından dolduruluyor.
Vesayetin geriletilmesi dair onca çaba, hukuk devleti olma yolunda engellerin aşılması, e-muhtıralara karşı verilen mücadele, İslam dünyasına örnek teşkil edici bir sosyo-politik ve ekonomik gidişatın varıp varacağı yerin burası olması çok üzücü.
AFFEDİLİP ÜSTÜNE KAHRAMAN İLAN EDİLENLER
Ne kadar ilginç ki, 28 Şubat’ın olağanüstü iklimi, 90’lı yılların açık-örtülü darbe süreçlerinin eli güçlü adamlarından bir Allah’ın kulu içeride değil. Ergenekon, Balyoz kısa süreli bir fetretten sonra onların istedikleri kıvamda ilerledi ve iş FETÖ kumpasının üzerine yıkılarak toplumsal vicdanın kabul etmekte zorlanacağı şekilde nihayetlendi.
Ama 90’lı yılların mağdurları hala mağdur. 27 yıldır içeride olan ve “yeniden yargılanma”yı bekleyen, yaşları da bir hayli ilerlemiş olan insanlar var cezaevlerinde. Hangi kesimlerden oldukları önemli değil, onlar hala içeride. Zaman içinde bunlara yenileri eklendi. Şimdilerde onbinlerce insan, tutuklu-hükümlü, siyasetin “terörist” tanımı gereği infaz yasasından yararlanamadı ama devletin her dönem “yararlandığı” adamlar elini kolunu sallaya sallaya dışarı çıktı. Ne “onlar” kaldı içeride ne de “bunlar”. Kalanlar -elinde silah, altında tank uçak cürmü meşhud olanlar dışında- yine bir sürecin masumları oldu. Kişiselleştirilmeyen davalar, topluca aynı torbaya atılan insanlar, topluca içeride kaldı.
Şevket Süreyya “Suyu Arayan Adam” kitabında, İstiklal Mahkemeleri yargılamalarına maruz kalanlar için mealen “aslında bunların suçlular değil, yeni inşa edilen dönemin kurbanları olduğu”ndan bahseder. O dönemi burnumuzun dibine yaklaştırdığımız, kurunun yanında kat be kat fazla yaşı yaktığımız bu dönemde maalesef yıllarca halkın tepesinde Demokles kılıcı sallayanlar dışarıdalar!
Bizdeki iradesizlik, bize ait olanı inşa etmedeki beceriksizliğimiz, maalesef sadece o “irade”ye gün gelip muhtaç olmakla kalmıyor, onu taklit ediyor, ederken güç aldığını zannediyor, toplumun da enerjisini ve umutlarını tüketiyor, ilkelerle olan bağını zayıflatıp o ilkelerin ütopya olduğu, hiçbir zaman da hayatla buluşamayacağı vehmini pekiştiriyor.
Geriye de kontrolsüz bir güç kalıyor. O ne kadar “hukuk” derse o kadar, ne kadar “özgürlük, güvenlik, tehdit” derse o kadarla yetiniyoruz. Adı farklı ama üzüm üzüme baka baka malum “irade”yi besliyor. İnsan doğası gereği ideoloji farklı olsa da zihniyet ortaklığı maalesef aynı zihniyetten beslenenlere “Yargı altın çağını yaşıyor” sözünü söylettiriyor.
Mesele elbette sadece o malum “irade” değil; bir de “iradesizlik” var. Hala gereken iradeyi eline almaktan korkanlar var. 15 Temmuz’dan sonra üzerine oturduğu günahları artmış olanların yaslanmak zorunda kaldıkları “irade”, aynı zamanda birilerinin varmış gibi görünen “iktidarsızlığını”, “iradesizliğini” de ortaya koyuyordu.
Kimilerinin “beka korkusu”yla titredikleri için göremedikleri ya da gördükleri halde geçiştirdikleri bu gerçekler artık daha bir günyüzüne çıkmakta.
Bizler “elbette görülür, bir gün bu hataların bir yerinden dönülür” dedikçe hep yeni sürprizlerle karşılaşmamızın sebebi de buydu zaten. Siz kendi medeniyet havzanızın değerlerini, bunlarla ortaklaşan evrensel insanlık kaidelerini unutunca, iradesizliğinizin boşluğunu tecrübeleri asırlık olan “irade”ler dolduruyor. İzzet Hoca’nın “yanlışlar yaptırdılar” dediği meselenin aslında içiçe geçmiş bir zihniyet prosesi olduğu açıklık kazanıyor. Yanlışlar ancak, hangi yolda yürüyeceğinin tam bilincinde olmayan, asıl yürümesi gereken yolu unutmuş olan, ne türden ölçülerle hareket edeceğini bil(e)meyen kadroların eline kalmış olanlarca yapılır. Yaptırtana da odaklanalım ama ikna olanın ne hale ve nasıl geldiğini de unutmadan.
HZ. PEYGAMBER VE ABRAHAM LİNCOLN’UN HİKMETLİ SİYASETLERİ
Umut fakirin ekmeği. Müslüman yeis içinde olmaz. “İyiliği emr, kötülükten sakındırmaya” devam eder. Bir yandan doğruları söyler, acıtarak, can yakarak eleştirirken, diğer yandan o ya da bu “irade” farketmez, gün gelip hak ve hakikatin iradesine herkesin teslim olmak zorunda kalacağı günü de hatırlatmaya devam ederiz.
Hz. Peygamber (s) ne de güzel, ne de hikmetle buyuruyor: “Merhamet edin ki merhamet olunasınız.”
15 Temmuz’dan kısa bir süre sonra, Hz.Peygamberin Mekke Fethini gerçekleştirirken izlediği merhamet siyasetinin önemini, kendisine dönük yıllarca verilen savaşın finansörlerini bile bu hikmetli siyasetin içine nasıl kattığını ve bugüne uygulandığı takdirde süreci en az zararla atlatmanın mümkünatı üzerinde bir grup arkadaşla konuşuyor, tartışıyorduk.
Aklın ve vicdanın yolu bir, aynı günlerde Halil Berktay da aynı meseleye kafa yoruyor olacak ki Serbestiyet’te Amerikan iç savaşı sonrası Abraham Lincoln’ün başarılı siyaseti üzerine bir yazı yazmıştı. Şöyle diyordu bir yerinde:
“Türkiye örneğinde, darbecilere ve mevkiini-görevini kötüye kullanarak suç işlediği tesbit edilen herkese karşı, hatırı sayılır bir cezalandırma kaçınılmaz. Mutlak surette gerekli. Ama bütün bu farklarla birlikte, bu cezalandırmaya ve sonrasına hangi ruhla yaklaşılacağı açısından, Lincoln’ın sonsuza dek kin gütmeyen, intikam peşinde koşmayan bilgeliği ve cömertliği de büyük önem taşıyor.”
Peki neydi bu Lincoln’ün bilgeliği ve cömertliği, kendisinden dinleyelim:
“Kimseye kin değil, herkese şefkat ve merhamet duyarak, Tanrının doğruyu görmemizi sağladığı kadarıyla doğruluktan ayrılmayarak, başladığımızı işi bitirmeye çalışalım; ulusun yaralarını sarmak, savaşı omuzlamış olana, dul karısına ve yetim bıraktığı çocuğuna bakmak, kendi aramızda ve başka bütün uluslarla âdil ve kalıcı bir barış yapıp yaşatmak için elimizden geleni ardımıza koymayalım”
http://serbestiyet.com/yazarlar/halil-berktay/tarihten-devrim-sonrasi-ornekleri-1-abraham-lincoln-ve-amerikan-ic-savasinin-sonu-722654 (30 Eylül 2016)
“Merhametten maraz doğar” sözünü hangi merhametsiz ne amaçla söylemiş, halkın diline niye pelesenk olup atasözü kıvamına erdirilmiş bilmiyorum! Ama adalet ve merhamet siyasetinden uzak dura dura hangi günlere eriştiğimizi yaşayarak görüyoruz.
Her şey bir yana, tarih hala bizi bugünü doğru okumaya çağırıyor.
Merhametin acziyet değil, aksine hikmet ve irade sahibi ellerde yükseltilirse bütün yaraları saracak bir siyaset olduğuna tarih şahittir. Hz.Peygamber ve Abraham Lincoln şahittir.
Yorumlar
Yorum Gönder