Ana içeriğe atla

Resmi ideoloji ve muhafazakâr muhayyile: İdeolojide ayrı, zihniyette ortak yönler (1)* 12.05.2020

Önce 29 Ekim, bilahare 10 Kasım törenlerinde ortaya konan mizansenler moral bozucu, endişeye sevkedici bir dejavu fotoğrafı vermekle birlikte siyaset, toplumsallık ve bunlara ilişkin kodlar üzerine daha derinlikli düşünme zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir.

 

Dejavu fotoğrafının bir tarafında Kemalizmin bildik/yeterince tecrübe edilmiş, karikatürel, dayatmacı, totaliter yönlerini yansıtan, 15 Temmuz sonrasında da bastırıldığı düşünülen duyguların açığa çıkmasıyla bilenmiş bir rövanşizm hissiyatı; diğer tarafında ise iktidarın özgüven yitiminin sebep olduğu ve güç ihtiyacını karşılar şekilde bu ortamı bile isteye teşvik eder tutumların yol açtığı bir geriye gidiş, çözümsüzlük hali, kısır döngü bulunmakta.

 

Bir tarafta kendisini ilelebet yegane muktedir olarak görüp kısa vadeli bir kazaya maruz kalmış hissiyatıyla yeniden baskın bir görünürlük kazanma içgüdüsüyle hareket edenler; diğer tarafta nice badirelerin ardından ele geçirilmiş olan gücün “karşıtına yaslanmak”, hatta “karşıtına benzemek” pahasına da olsa yitimine fırsat vermek istemeyen bir siyaset ve sosyoloji üretimi denemesi! 

 

Güç ahlakı ve güç siyasetinin yasalarına ilişkin doğru düşünme ve davranma ameliyesinin terkedildiği ortamlarda, maalesef her ne pahasına olursa olsun güce yaslanma (ve güce yaslanmanın görünür olan-olmayan oportünizmine savrulma) kaçınılmaz olmakta. Bu sarmaldan ancak, farklılıkları belirleyici olmaktan çıkaran üst normlara sarılma talebiyle çıkmak mümkün. Diğer türlüsü, kuyruğu dik tutma görüntüsü vermekle birlikte aslında bir teslimiyet türünü içermekte. Bu teslimiyetin görülebilmesi ideolojiye bakarak mümkün olmaz. Zira ideoloji kimliksel görünümlerle aldatıcılık da içerir. Farklılıkların hala korunduğu vehmini içrektir. Bu teslimiyetten çıkış ancak görünür ideolojilerin farklılıklarının arka planındaki zihniyet kodlarının ortaya konması ve bunların ıslahıyla mümkün olur. 

 

Kemalist toplumsallıkta durum daha da vahim. Çünkü son yüzyılın öğretmeni o. Pozitivist siyaset felsefesinin epistemolojisini haklı çıkaranın iktidar başarısı olduğu, buna ulaşmak için makyavelist bir tarzda her aracın mübah olduğu sanısı, buna dayalı bilimsellik iddialarının yine güç terazisine vurularak ölçülmesi sadece geçtiğimiz iki yüzyılın kaderi değildir elbette. Buna birazdan değinmeye çalışacağız.

 

İşin doğasında tecrübi ahlaki-siyasi kodlarla şahsiyetleşememiş, kendi irade-kaderini eline alma yetisine -çeşitli sebeplerle- sahip olamamış toplumların, o kaderi tayin etme yetisine -gönüllü gönülsüz- sahip kıldığı aktör/model/süje/özne’ler oluşturması vardır. (ordu/politbüro/parti gibi) Ya da bu işlevi yerine getiren süjeler, doğal aktör konumuna oturmakta, sahip oldukları ideoloji de topluma yansıtılıp, karşılıklı birbirini besleyen bir ilişki biçimi oluşmaktadır. Her ne kadar bazen bu süje/aktörler kişi olarak da neşvünema bulsalar (Lenin, Hitler, Atatürk gibi) aslında onlar da savunageldikleri ideoloji(ler)den meşruiyet almaktadırlar. Mezkur pozitivist siyaset felsefesine göre onların ideolojilerini haklı kılan şey başarılarıdır. Sınanma terazisi başarıdır. Eyleme geçerek gücü eline geçirmiş olanın epistemolojisi(savunduğu bilgi/bilimsellik iddiası) de doğrudur!

 

İdeolojiler Değişir Zihniyetler Kalıcıdır! Esas Hesaplaşma Onlarla Olmalı

 

İnsanlığın tarihi tecrübeleri de göstermiştir ki Vahiy zihniyet(ler)e, zihniyet kodlarına odaklanır. Yani meselenin merkezinde insan doğası vardır. Vahyin, insandan, insanın yapısı/fıtratı/doğasından uzun uzadıya bahsetmesi de bununla ilişkilidir. Siyaset etmenin merkezinde de, toplumsal edinimlerin yapısında da görünür olan olmayan yönleriyle bu gerçeklik vardır. O halde, ilk yapı çözüme uğratılacak ve buradan yola çıkarak “ortak olan kelimeler”e varılacak nokta burasıdır. Buna başvurmadan, zaaf ve olumlulukların kökenlerine, bunların nasıl terbiye edileceğine ilişkin vasata ulaşmak mümkün değildir. Elbette bu ameliyede vahyin dostu aynı zamanda yaşanmış evrensel insanlık tecrübeleri ve bunlardan çıkarılan derslerdir. Birbiriyle kavga eden, boğaz boğaza gelen, kan döken ideolojilerin motivasyonlarındaki ortaklığın (zihniyet ortaklığı) da keşfi ancak bu çaba sayesinde ortaya konup, gereken dersler çıkarılıp bunları tashih ve ıslah eden üst normlara ulaşmak mümkün olabilir. Bu, Amerika’yı yeniden keşfetmek değildir. Bu konularda insanlık biriktirilmiş önemli tecrübelere sahiptir. Önemli olan bunları güncelleme, çağa okutma cesaretini ortaya koyacak olanların rasyonel dünyadan ve sorumluluklardan kaçmadan bu gayrete girişebilmeleridir.    

 

Dolayısıyla temeldeki sorun, 15 Temmuz sonrası Kemalizmin güçlenme eğilimi göstermesinden daha ziyade ortak olumsuz zihniyet kodlarında meylin söz konusu olmasındadır.

 

Yukarıda pozitivist-makyavelist siyaset felsefesinde başarıya verilen önemden bahsetmiştik. Ki, yakın tarih bize açık ve yalın şekilde gösterdi ki Faşizm mesela sosyal Darwinizmden ne kadar etkilenmişse, komünizm de o ölçüde etkilenmiştir. Üçüncü Dünya halklarının katledilmesini hayvanların yaşamına, güçlü olanın hayatta kalmasına, doğal seleksiyona bağlayıp ahlaken suç olmadığını gönül rahatlığıyla savunan emperyal zihniyetlerin sadece bu ameliyeyi açıklama biçimlerinde farklılık vardır. Gerisi dehumanizasyon işlemine kalmıştır. İnsani/ontolojik eşitliği “felsefi” olarak bozabildiğinizde gerisi kolaydır. Hindistan’da olan bitenleri de, Sovyetlerde rejimi tahkim etme çabalarını da, Alman idealizmini de, İnkılaplarla yürütülen pozitivist cumhuriyetçiliği de “meşru” bir zemine oturtmanız zor olmaz. Tıpkı, Dersim katliamı sonrası “Çok kötü olaylar yaşandı ama çağdaş demokrat kızlar da yetişti” diyebilen İnönü’nün torunu hanımefendinin muhayyilesini oluşturan ideolojinin aslında aynı zihniyetten beslenmesi gibi. Milyonlarca insanın canına kasteden ideolojiler arası savaşın aslında aynı insan doğasının ürünü olan aynı zihniyet kodlarından sadır olmasındaki sarihlik gibi.

 

Bugün bunu pozitivist felsefe üzerinden konuşuyor olabiliriz ama gücü tahkim edenin başarılı, haklı, meşru olduğu, dolayısıyla ideolojisinin de (ya da mesela mezhebinin de, ulusal kurgusunun da) doğru olduğu varsayımları geçmişte de vaki idi. Kılıcı üstün gelmiş olanı meşrulaştırmak için yazılan siyasetname türleri buna örnek olarak verilebilir. Meşrulaştırıcı kavramlar modern siyaset felsefelerinden sadır olanlardan elbette farklıydı, hatta kavramlar vahiyden ödünç alınıp saptırılan mahiyetlere sahipti ama insan doğasına içkin ortak zihniyet kodlarından nefeslenmekteydi. Ve elbette yine insan doğasında varolan ve yaşanmışlıklardan güç alan “haklı endişe/korkular”a yaslanmaktaydı.

 

İnsan Doğası/Güç/Haklı Korkular/Beka (ve Gelecek Korkusu) ve Kendimize Dair Düşünme Zorunluluğu

 

İdeoloji-kimlik ilişkisi de bu doğa/fıtrat konusu çerçevesinde ele alınmalı. Kimliği oluşturan unsurlar bir yandan yaşanmışlıklar, kültür evreni, onlarla kurduğumuz bağ, bir yandan da ilkeler düzleminde ahlaki varlığımızı diri tutan unsurlardır. Lakin bu noktada ince bir çizgi hayat yolculuğu içerisinde imtihanımızı belirlemektedir. Kimlik sosyolojik bir gerçeklik olgunluğuna eriştiğinde her ne pahasına olursa olsun o kimliğin sosyolojik varlığı/bekası mı korunacaktır, yoksa özeleştirel bir düzlemde o özneye de getirilecek eleştirilerle ilkesel bir yol mu tutulacaktır.

 

Bu gerçeklik bilinip farkedilse de “haklı korkular” düzlemi çoğu zaman bu sorgulamaları gereksiz, tehlikeli ya da lüksmüş gibi algılatabilmektedir. Oysa sorgulamanın ertelenmesi bizatihi o korkulan şeyleri başa getirmede hızlandırıcı bir fonksiyon görmektedir. Sarmal büyüyüp kimliğin de niteliklerini değiştirebilmekte, kimlikte “Biz” denebilecek bir hal bırakmamaktadır. Dolayısıyla ortaya koyduğu günah galerileriyle son yüzyıla damgasını ağır biçimde vurmuş olsa da Kemalizm ile onunla haklı bir hesaplaşma içine girmiş olanlar arasındaki zihniyet farkı kapanma istidadı ve tehlikesi göstermektedir. Buna konuda en yardımcı unsur “söz konusu beka ise gerisi teferruattır” anlayışı olmaktadır. Tıpkı Kemalizmdeki “söz konusu vatan ise gerisi teferruattır” meşrulaştırmasında olduğu gibi.

 

“Bunun üstünde bir norm, değer tanımam” anlayışını besleyecek pekçok yaşanmışlık, Kemalist sisteme ve inkılaplar sürecine ebelik eden şartlarda da vaki idi. Tıpkı, Yahudi felsefeci Hanna Arendt’in Gasıp İsrail devletinin yeni kurulduğu ve tüm yapıp etmelerinin meşruiyetini Nazi zulmüne dayandırdığı bir dönemde çıkıp bu duruma ahlaki-tarihi-siyasi kodlarla itiraz etmesi ve bu haklı sebeplerin bugünün yapıp etmelerini meşrulaştırmada kullanılmasının nasıl bir gayrı ahlakiliğe ve kötülüğe tohum saçmaya sebep olduğu vurgularında olduğu gibi. Diğer sebeplere ek olarak, İkinci Dünya Savaşı tarihini bilmeyen gencecik dimağları farklı ülkelerden İsrail’e getirtip haklı bir trajedi üzerinden yaratılan Siyonist kimliğin onlara vereceği zararları tartışmasından ötürü aforoz edilen Arendt’in bu cesaretini karşıdan takdir etmek nispeten kolay ama bu sorumluluğu kendimize dönük de gerçekleştirelim dediğimizde yaşanan zorluğun üstesinden gelmek kolay değil! (Bu arada Arendt’in “Ne Naziler zalimlikte biricik, ne de Yahudiler tarihin biricik mazlumları, kötülük evrensel bir olgu, köken(ler)ine, sebeplerine odaklanmanın gerekliliği üzerinde durması; bunu sadece modern bir kimlik üretmede araç kılma çabası gösterenler ahlaksızlıkla suçlaması” şeklinde meallendirebileceğimiz düşünceleri de tartıştığımız konuyla birebir ilgili.)

 

Gençliğinde bir Siyonist olarak yetiştirilmiş Arendt, kendine dair düşünmeye sadece küçük bir örnekti. Aslında bu kısırdöngüyü hikmetli şekilde terbiye etmeye dönük en görkemli uyarılar bizatihi vahyin içinde yer almakta. Bu feneri tarihe tuttuğumuzda ise bolca mahsul bulacağımızı belirtmekte fayda var.  

 

Kemalist tarihin günah galerilerini ve sembolleşmiş figürlerini unutturmamak ve yeni nesillere öğretmek önemli. Lakin bunu niçin yaptığımızı, hangi motivasyon ve ahlaki temellere dayalı olarak bu ameliyeye giriştiğimizi bugün daha sarih biçimde kendimize izah edebileceğimiz ilkesel argümanlara sahibiz. Bunların olmadığı ya da bu konuları konuşmanın bedel istediği zamanlar da yaşadık. 5816’nın varlığı ya da zaman zaman kendini hatırlatması trajedinin bir boyutu ama “merkezi mi?” diye de sormak gerekiyor. Bu vurgumuz, bu traji-komik halin küçümsenmesi ve bununla mücadelenin savsaklanması teklifini içermiyor; bilakis bu mücadelenin hangi ahlaki motivasyonla yapılması gerektiği üzerinde daha derinlikli düşünmenin ve davranmanın önemine atfen bu örneği kullandık. Eğer Müslümanlar dahil tüm toplum kesimlerine dönük bir empati çabası güdüyorsak, üzerinde konuşulamaz, konuşulduğu takdirde niyet okuması üzerinden “hakaret ve suç” kapsamına sokulacak konu ya da şahsiyet kalmamalı genel ahlaki çerçevesi üzerinden yaklaşmak gerekli.

 

Dolayısıyla Kemalizmin ideoloji olarak konuşulması, sembolleşmiş kişiliklerinin tutum davranışlarının unutturulmaması ameliyesi, sadece yüzyıl önceki örnekler ve artık mezarlıklarda yerini almış kişiler üzerinden yahutta halen hayatta olan 28 Şubat vb.süreçlerin darbecilerini öne çıkararak değil, muhafazakar kimlikli bir siyaset ve bunun uzantısı şahsiyetlerin “Kemalistik” de denebilecek ortak zihniyet kodlarına dayalı yanlışları, fenalıkları, zulümleri üzerinden de konuşulmalı, eleştirilmeli ve yeni nesillere de örnek oluşturabilecek bir ilkesel kimlik tashihi ortaya konabilmelidir.

 

Kemalizmin tarihi ve sembolleşmiş kişiliklerini unutturmaya çalışmak ya da buna çanak tutmak nasıl abesle iştigal ise, bu hatırlatmaların bugünün verili gerçeklerinin üzerini örtmesine müsaade etmek ya da suiistimal ederek rövanşist tavırlara lojistik olarak kullanmak o derece abesle iştigal, dolayısıyla her iki tutum da gayrı ahlakidir. Hatta muktedirlerin Atatürk sembolü üzerinden yaratmaya çalıştıkları güç iklimine bakınca, kuru kuruya Kemalizmi hedef alan eleştirilerin sağlıklı bir siyasi kültür ortamı sağlamayacağı, bu eleştirilerin ancak bugünkü iktidar ve toplum yapısıyla birlikte ele alınması gerektiği daha bir elzem hale bürünmektedir.

 

Bu üretilemediği takdirde yeni nesillerin uzunca bir süre farklı kimlik kodlarından beslenmeleri işten bile olmayacaktır. Varolanı kabullenen nesiller ise sonrasında tamiri güç bir kirlenme sürecine dahil olacaktır.

 

İstiklal Mahkemelerini irdeleyen nesillerin, sadece atalarının maruz kaldığı mezalim üzerinden bir kimlik edinip benzer kötülüklerin bugünkü siyasetin etkisindeki yargı sisteminden sadır olduğunu görememeleri bahsettiğimiz kimliksel sansürlere, “haklı sebep” retoriklerine, terbiye edilmemiş “beka” anlayışına dayan(dırıl)dıklarının bir göstergesidir.

 

Ya da şuradan da düşünelim: Bugünkü yargı sistemini topa tutan seküler kimlik sahibi nesillere, İstiklal Mahkemeleri ya da DGM’ler döneminde de benzer hukuk ve insanlık katliamlarına imza atıldığını da öğretmek gerekiyor. Bu durumda sorunumuz bir kimliği tahkim diğerini tahfif değil, bir zihniyet sorunudur. Bunun bir zihniyet sorunu olduğunu bile isteye görmemek ise ciddi bir ahlak sorunudur! Ayrıca her dönemde eyleyenlerin, mutlaka yüksek milli sebep ve menfaatlere vurgu yapmaları da eylerken meşruiyet üretmedeki ortaklığı da göstermektedir. Diri diri toprağa gömülen kızlara ilişkin, bunu yapanların bolca “meşru” ve “haklı” sebepleri olduğu için Rabbimiz soruyu bebeğin kendisine sormakta ve “hangi günah yüzünden” diyerek “haklı korku/endişeleri” ahlaki meşruiyet çeperi yapmaya çalışanların da önünü tıkamaktadır.

 

Özcesi muktedir olanın hiçbir eylemi salt sebepsizlik üzerine oturmaz, mutlaka ardında “haklı-meşru” sebepler taşır. Mustezaf olanların da öyle. Diri diri kızlarını toprağa gömenler, denizin öbür tarafında buzağıya tapınmaya meyledenler, peygamberlerle birlikte savaşa çıkmaktan korkanlar ya da gücü eline aldıktan sonra zalimlerini taklit edenler. Bu yüzden “haklı sebep/yaşanmışlık tecrübesi” haklılaştırıcı sebep değildir. Travmalar, bir sonraki davranış kodlarını meşru kılmaz. Tıpkı vahyin beka korkusunu/endişesini adaletsizlik üretmesin için terbiye etmesinde olduğu gibi.

devam edecek…   

 

--

*Haksöz dergisinin 345. sayısında (Aralık 2019) yayınlanan yazımızı, konunun ehemmiyetine binaen Ankara Ekspresi’nde de gündeme getirmeyi uygun gördük. İki bölüm halinde istifadenize sunuyoruz.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gelecek Partisi’nin tarihi ekonomi toplantısı 17.06.2020

Gelecek Partisi ekonomi kurmaylarının Genel Başkan Ahmet Davutoğlu eşliğinde Sheraton Otel’de 15 Haziran tarihinde düzenledikleri basın toplantısı ("Ekonomide GelecekModeli") tarihi önemi haiz idi.   Davutoğlu’nun giriş konuşması, her ne kadar korona sonrası dünya öngörüleri, kriz dönemleri karşılaştırmaları içerse de öncelikli olarak bir bütüncül zihniyet dönüşümü teklifi içermekteydi. Zihniyet dönüşümü, bunu sağlayacak siyasi ilkeler, buna dayalı yapısal reformlar, bunları gerçekleştirecek liyakatli kadrolar ve yeniden kurulması elzem sistemin hem bugünün arızalarını tamir edici, hem de gelecek inşa edici yönünün birlikte yürütülmesi.   Zihniyet-ekonomi-kurumsallaşma-kurallılık-hukuk devleti-güvenlik hepsi içiçe ve metazorik olarak birbirine bağlı. Biri olmadan diğerine el atamadığınız, atsanız da aksamasına engel olamayacağınız, neyi niçin yaptığınızı önceden resmetmeniz, planlamanız gereken bir yürüyüş. “Ben yaptım oldu” kolaycılığı, fevriliği, sözde “hızı”na alternatif b...