‘Özgürlükçü siyaset’ terkibi, buharlaştığı siyasi iklimde, kaybedilenleri yeniden kazanmayı ima etmesi hasebiyle oldukça önemli, aynı zamanda da iddialı bir kalıptır. Bu iddiayla yolculuk yapılmasını öneren sivil toplumun ya da siyaset sahnesine çıkan partilerin işleri hiç de kolay değildir. Attıkları her adımın bu iddiayla sınanacağı malumdur. Hele, resmi ideolojiye rağmen siyasette var olmaya çalışanların ürettiği siyaset yapma biçimlerinin (sağ, merkez sağ, sol, sosyal demokratlık gibi) artık gelenekleştiği, “tescillenmiş sınırlı özgürlüğ”ün kavileştiği bir vasatta, çetin bir meseledir bu!
Bu böyle olsa da, bu durumu aşma, çıtayı yükseltme gayretleri hiç olmadı değil. Bugünlerde tersi gelişmeler söz konusu olsa da, AK Parti’li yıllar, özgürlükçü iklime sınır çizmeyi görev edinmiş resmi ideologların koyu iklimini flulaştırma gayretlerine de hatırı sayılır şekilde şahitlik etmişti.
‘Özgürlükçü siyaset’ ilke edinildiğinde bu durum akıllara birkaç hususu birden getiriyor.
Birincisi, genel ilke olmak kaydıyla militer ya da sivil hiçbir vesayet alanını kabul etmemek. Tabii bu durum sadece pratiksel olanı ima etmiyor, teoride de bu tutarlılığı gerektiriyor.
İkincisi, kaybolan hukukun üstünlüğü sonucu yitirilen insan onurunu ayaklar altına alan her türlü uygulamanın karşısında olmak.
Üçüncüsü, insanlığın yükselen değerlerinin olmazsa olmaz savunucusu ve koruyucusu olmak.
(İki ve üçüncü maddeler teoride zaten evrensel ilkelerle beslenip insanlığın genel kabulüne mazhar olmuşluğuyla nispeten kolay anlaşılır, tercümeye gerek bırakmayacak bir mahiyete sahiptir.)
Dördüncüsü, toplumun etnik, dini, mezhebi, geleneksel farklılıkları olan kesimlerine eşit mesafede ve onları birarada tutucu bir siyasi söylem üretme.
Beşincisi, birlikte siyaset edilen kadroların ‘kendileri olarak varolma’, kendi olarak davranma kodlarına da, aynı özgürlükçülük gereği saygı gösterme. Yani toplumun farklı kesimlerinin “kendileri olarak varolabilme” haklarını korumaya çalışma siyaseti aynıyla vaki, mezkur siyasi hareketin içinde yer alanlarla ilgili olarak da geçerli olmak zorunda. Zaten ikincisi olmazsa, ilkinin üretilebilmesine ilişkin bir sinerji ortaya koymak da imkansızlaşır. Sadece “mış” gibi yapılmış olur.
Altıncısı, seçilmişlerin, atanmışların ve toplumun tepesinde Demokles kılıcı gibi sallanan resmi ideolojiyle hesaplaşmanın kaçınılmazlığı. ‘Özgürlükçü siyaseti’ şiar edinenlerin bundan kaçınmaları söz konusu değildir. Zira diğer maddelerle ilgili de çerçeve dayatan bir etkililiğe sahiptir. Lakin bunun hangi proseste ve ne şekilde gerçekleşeceği sadece siyaset etme biçiminin güzergahıyla alakalı değildir.
Tabii öncelikle, totalde bütün bunları konuşmuş, kavramış ve yol haritasını belirlemiş bir kadro ve siyaset fıkhı ile hareket etmenin zarureti/zorunluluğu vardır.
Türkiye’de partilerin resmi ideolojiyle hesaplaşmaktan çekinmelerinin anlaşılır yönleri mevcuttur. Geçmişte bu, vesayet yapılarının ve devletin baskın karakteriyle açıklanırdı. Aslında halen de öyle. AK Parti geleneği içinden süzülüp gelen otoriteryanizmin koyulaştığı süreçte dahi törenlerle, yeminlerle, zorunlu olarak ifa edilmesi gerekenler açısından bakıldığında gerçekte nasıl bir iklimde yaşadığımız ortadadır. (Tabii bu konuda 15 Temmuz sonrası iktidarın izlediği geriye gidiş siyasetinin de olabildiğince etkisi vardır)
BU SİYASET FIKHI DÖRT BAŞI MAMUR KONUŞULMALI
Lakin mesele sadece yukarıdan resmi dayatma değil, resmi ideolojiyi tüm (veya bazı) yönleriyle benimsemiş belli bir toplumsal kesimin sosyolojik varlığıdır aynı zamanda. Dolayısıyla toplumun yıllarca o resmi ideoloji cenderesinden geçirilip onca yaşanmışlığa muhatap kılınması bir tarafta, resmi ideolojinin hem tarih anlatısını benimseyen, hem de resmi ikonlarına bağlılık gösteren sosyolojinin varlık sahnesine çıkmış olması diğer taraftadır. Yani farklı toplumsal kesimleri olduğu gibi kabul edip sorunlarını çözmek amacıyla ortaya çıkmış bir siyasi partinin meselesi sadece siyaseti bildik normlar üzerinden okuyan toplum kesimlerine kendini kabul ettirmeye çalışması değil, mezkur sosyolojinin de yatay toplumsal kesimlerden olduğunun kabul edilmesidir.
Diğer kesimlerde de olduğu gibi, bir siyasi partinin görevi resmi ideolojinin içine doğmuş, eğitimden spora ve iş hayatına kadar bunu iliklerinde hissetmiş bir sosyolojinin ‘kelami’ ya da ‘tarihsel’ tartışmalarla “ıslahı” değildir. Siyasi partinin böyle bir misyonu olmamalıdır. Zira bu meşruiyeti kendinden menkul “görev” çok farklı alanlarda ciddi problemlerin de oluşmasına sebebiyet verebilir. Ne azınlıkların (mesela Ermenilerin) din algısının, ne de çoğunluğun (mesela Sünnilerin) Sünnilik konusundaki tutarlılık/doğruluk testini yap(a)maz, yapmamalıdır. Bu tartışmaları tarihçiler, yazarlar, akademi, sivil toplum yapar ve yapmalıdır da. Özgür düşünce, özgür sivil toplum, özgür ortam, özgür akademi bunun için savunulur. Tabii ki siyasi partiler de bu tartışma özgürlüğünün önünü açmalıdırlar. Elbette bunu söylerken partilerin toplumun tüm kesimlerine dönük mesafelerini korumalarına ilişkin duruşlarından bahsediyoruz; yoksa parti mensuplarının ağzına ve kalemine kilit vurulacak da değildir. Onlar da fikirlerini ifade etmeye devam edecekler. Sonuçta onlar da bu toplumun bir parçasıdırlar.
Tabii bu tespitler siyasi partinin hiçbir şekilde ve hiçbir alanda bir “ıslah” misyonu yoktur anlamına gelmemektedir. Siyasetin olmazsa olmazı olarak, farklı toplum kesimlerinin kendilerini ifade edebilecekleri, tartışabilecekleri zeminleri korumaya çalışırken de, siyasi ahlak ilkeleriyle amel edip topluma da bunlara ilişkin bir terbiye aşılamak isterken de, onların haklı ve meşru taleplerinin yerine getirilmesi için gayret gösterirken de, yargısal, eğitimsel, iktisadi vb. haksızlıklara uğramış olanların haklarını savunurken de siyasi parti bir “şahitlik” ve “ıslah” misyonunu da yerine getirmiş olur aslında.
Evet, bir siyasi partinin görevi Alevilerin -hele ki kendi içlerinde farklı anlayışlar da söz konusu iken- dini-geleneksel değerlerini tartışmaya açmak, sünni ilmi-kelami-siyasi görüşlerden birine taraf olup bunun sözcülüğünü yapmak, milliyetçi bir tarafgirlik üzerinden siyaset yapmak değildir. (Mesela MHP’nin milliyetçiliği siyasi parti zeminine çekmiş olması, HDP’nin Kürt milliyetçiliğini siyasi bir konfor alanı haline getirmiş olması, ya da CHP’nin ulusalcılık ve resmi ideolojiyi uhdesine alarak siyaset etmeleri örneklerinde olduğu gibi. Hem toplumu bu potansiyel tehdit içeren çeperlerin içine sıkıştırıp hem de bölücülükten şikayet etmek de ayrıca manidardır. Nitekim toplumsal kesimler böyle olduğu ve ihtiyaç hasıl olduğu için siyaset bu şekilde konumlanmış değildir; genellikle ideolojik olarak tersi geçerlidir.)
Bazı sorunların tarihsel olarak kaynağının resmi ideoloji ve uygulamaları olduğu doğrudur. (Kürt Sorunu gibi), Lakin bunun çözümü, bugüne dek yeteri kadar ortaya konmuş olan -çözümün değil sorunun parçası olmuş- Kürt ve Türk milliyetçiliklerini tarihsel argümanlara dayanarak diri tutmak değil, kadim geleneğimizdeki yaşanmışlıklar, dünyadaki tecrübeler ve evrensel normlardan hareketle bugüne dair çözümleri üretebilmektir. Bunu engelleyen Kürtçü ve Türkçü resmi tezler önümüze konursa ancak o zaman bunlarla hesaplaşmaktır. Yani yegane hedef bölge insanının huzurlu, güvenli, insan onuruna yaraşır bir yaşama kavuşmasını sağlamaktır. Bütün diğer sorunlara da bu maslahat fıkhı üzerinden bakmakta fayda ve hatta zorunluluk vardır. Tarihin de bu anlamda sönmüş kavgaların, negatif algıların değil, pozitif anlamda umutların yeşermesine destekçi kılınması gerekir.
Öte yandan, bugün bir siyasi parti kamu malına yani “emanet”e hıyanet eden kadro ve mekanizmaları eleştirirken karşısına dikilen muktedirlerin motivasyonlarını, dayandıkları meşruiyet çerçevesini hedef göstermelidir, demek de çok kolay değildir. Bir kişi Atatürkçü, Muhafazakar, Sünni, Alevi, şu partili bu partili olabilir ama yetimin yoksulun hakkına tasallut etmesinin kaynağı içinde olduğu siyasi-ideolojik-etnik çizgidir demek tehlikeli ve tehdit içeren bir yaklaşım olur. Üstelik her genellemede olduğu gibi adaletin sınırlarını tarumar eder. Suçun şahsiliği ilkesini ortadan kaldırır. Toplumsal kavgaları tetiklemeye matuf olur.
Kısacası her toplumsal kimlik, kökleri tarihe ve belli ölçüde de mitlere ve bunların kültürleşme haline dayalıdır. Problem bunların yatay ilişkilerinde değil, içlerinden birinin tümüne ilişkin vesayet oluşturma gayretlerinden kaynaklanmaktadır. Evrensel insanlık tecrübesi, medeniyetsel birikim ve hukuk normlarıyla bunu öteleme ve engelleme çabası anlamlıdır; lakin bunu yaparken muhatap olunan toplumsal kitle ile aramızda bir dil, bir diyalog, bir iletişim çabası kurma zorunluluğu vakidir. Bu, her düzeydeki sorun ve her seviyedeki (azınlık, çoğunluk, marjinal) toplumsal kesim için geçerlidir. Merkeze alınan ve hakem ilan edilen evrensel değerler ve probleme irdelemeye ilişkin toplumsal tecrübe bu ilişkide yegane hakem kılınacak, kırmaya, ötekileştirmeye, duvar örmeye değil inşa etmeye, biraraya getirmeye, empatiyi güçlendirmeye gayret sarf edilecektir.
Bir siyasi partinin buna inanan, böyle hareket etmeye adanmış, bunların mekanizmalarını kurmaya aday samimi kadroları mevcut ise, onların geçmiş öznelerin ve toplumsallıkların birikimleriyle sahiplendikleri “dünya görüşleri”nden kaynaklı zaafları ikincilleşir, hatta önemsizleşir. Zira üst normlarda buluşma çabası somut biçimde birikerek inşa oluyorsa, geleneksel kimlikler de kendilerini buna göre hizalamak durumunda kalırlar. Bunu, bu kültürleşmeyi başarabilen toplumlar zaten özgürlükçü siyasetin hedeflediği medenilik seviyesini de yakalamış olurlar.
Yorumlar
Yorum Gönder