Aslında yazının başlığını “Despotizm: Okulumuzun Tembel ve Haylaz Çocuğu” diye de koyabilirdik. Öğrenme konusunda tembel olduğu kadar isteksiz de. Bu ona, istem dışı ya da metazorik şeyler yaptırıyor. İdeolojisi, dünya görüşü ne olursa olsun aynı hatalara düşmesiyle de aslında “evrensel bir karakter”; hem de “tarih üstü”.
Tarihin hangi safhasında, hangi kültür atmosferinde, hangi öznel koşullarda olursa olsun aynı zaaflarla, aynı sınırlılıklarla, aynı mukadderatla malul.
Bu onun yazgısı. Onu buraya iten sebepler var elbette. Ama o bu sebepleri bilmiyor. Bunları değerlendirebilecek, sebep sonuç korelasyonunu teraziye vuracak bir vukufiyete sahip değil. Bu yüzden de değişmek için çaba göstermiyor. Çünkü değişmesi gerektiğinin bilincinde değil. Bu da onu “daha fazla” despotlaşmaktan başka bir yere götürmüyor. Tuzağa çekildiğinin farkına çoğu zaman varamıyor. Kendi yasaları (despotizmin yasaları) insanlık serüvenince tecrübe edilse de, dönüp bakmaya mecali yok. Tutkularının esareti altında ayakta kalmaya çalışıyor. O buna çalıştıkça, bir çok şeyi heder ediyor, harcıyor, tüketiyor, yok ediyor. Kendisini ancak böyle var edebiliyor. Başka yolu yok. Bu yüzden, herkesin hayrına olanı inşa etme imkanı da yok. Böyle yaparsa rakipleri de güçlenebilir. Peki bu çıplak gerçekleri nasıl örtüyor? Elbette, tarihte her zaman geçer akçe olmuş çoğunluğun “kimliksel tercihleri”ne yaslanarak. Yanlış anlaşılmasın, gücü pekiştirme adına o “ortak kimlik sahipleri”nin aleyhine, “karşıt olanlar”ın bir kısmıyla da yeri gelip işbirliği yapıyor. O “kimliğe mecbur”; kimlik ona değil. Ama “aynı kimlik” sahipleri zafer sarhoşluğundan, rüyalarının gerçeğe dönüşüyor olmasından ötürü bu hakikati fehmetme yetisinden mahrum kalıyorlar.
Despotun “iyi yaptığı” şeylerin desteklenmesinin kötüleri eleştirmek için kredi olduğunu zanneden “iyi niyetliler” de olabildiğince hamasi davrandıklarının farkında olamıyorlar. Bu bir ölçüde gönül rahatlatma, vicdan okşama işidir. Ya da kendini bile isteye aldatma. Bu bile bir seviye. O kadar da farkında olunduğu sanılmasın. Despotun çıktığı iklimden çok da farklı olmayan bir cendere hali bu. Bir yüzleşme eksikliği olmasının yanında, onca kötülüğe karşı doğru düzgün bir tepki verememenin getirdiği ama “kimliksel örtüşme” yüzünden de “ne yardan ne serden vazgeçeme” durumu: “Hem ilkesel görüneyim, hem de ona bir şey olmasın”. Despotun karşısında olanların galip geleceği korkusunu en az despot kadar hissetme durumu da var. Hadi despotun ve çevresinin kendince çıkarları var, peki ya bunların? Onların da var. Hayali “çıkarlar”. Makyavelist, maddeci değil, hayali. O hayali olanın yanında durarak gerçeklerle yüzleşmekten kaçınmayı sağlamak. Gerçekler can yakıcı, sorumluluk yükleyici.
Hele despota muhalif olup farklı kimlikten olmak baştan kayıp bunlar için. “Öteki”nin ne yaşadığı ikincil sorun. Öncelikli olan ölçü “kendinden olmamak”. Ne ölçüde haklılık taşıdıklarıysa sonraki mesele. “Despot gitse daha iyisi gel(e)meyecek” düşüncesi, despotun ömrünü uzatmakla kalsa iyi, kimlik kardeşliğini baki kılıyor, kısır döngüyü uzatıyor.
Oysa despottan daha önemli bir şey var: Despotizmin yasaları. Yani “iyi şeyler-kötü şeyler”in ötesinde metazorik olarak kötü yönetmek var. Kötü yönetmek bir kaderdir, yazgıdır. İyi yönetişimin, herkesin hayrına olanın yasalarını ya bilmeden ya da bile isteye çiğnemek vardır. Çoğunlukla birincisidir. Buradaki suç, “bilmemek değil, öğrenmemek ayıptır” sözünde olduğu gibidir. Tabii, ‘ayıp’ insanlar içindir. Yönetim ilkeleri söz konusu olduğunda bilmemek, öğrenmemek ve ısrarla uygulamamak açıkça suçtur. Despot, despotizmin yanında ve karşısında yer alan yasalarca çevrelenmiştir. Artık mecburen öyle davranmaktadır. Başka şansı yoktur. Ve öylece, o yasalara saplanıp bataklığa gömülecektir. Mesele, onun verdiği zararın ne kadar geç ya da erken engellenebileceğidir. Onun gidişatın farkına varıp değişimini beklemek beyhudedir.
Meselemiz despotizmin yerine neyin konacağı değildir. O işin basit yönüdür. Çünkü onun da yasaları az çok bellidir. Mesele, bir toplumun buna ikna edilmesindedir. Çünkü toplumlar çoğunlukla çocuk gibidir. İstediğiniz kadar sobanın sıcak olduğunu anlatın, tecrübe gerekir. Dibe vurmadan (tecrübeyle öğrenme) öğrenebilenlerin sayısı azdır. Ama sonunda mutlaka öğrenir. Neyi? Despotun verdiği zararları. Lakin sorun, despotun değil, despotizmin zararlarını anlayabilmektir. Hikaye de zaten bu gelgitler arasında savrulurken yazılır.
Despotizm, Yazgısal/Sistemsel Bir İşleyişe Sahiptir
Meseleye despotizmin sistemsel işleyişi açısından bak(a)bilmek gerekir. Adeta determinist şekilde içine düşülen girdap görülemezse, hep bir yalancı ümide bağlı kalınır. Her seviyede daha kötüye olan gidiş, ondan da kötü tevillerle mazur görülmek zorunda kalınır.
Gidişatın vahametini hala kişilerle (despotla) bağlantılı okumalar üzerinden değerlendiren perspektif, kendi kafasını duvara toslamadan, bir zihniyet sorgulaması yapmadan düzelmez.
Süreci negatif ya da pozitif ama sadece tekil kişiler, “Tek Adam”lar üzerinden okuma yaparak değerlendiren her kesim bu zaafa düşüyor maalesef.
Despotu bir kahraman görmek ile bütün kötülüklerin menbaı olarak görmek arasında sonuç açısından fark olmuyor. Bu, nesnel koşullar ve işleyen yasalara dayalı bir siyasal okuma olmuş olmuyor. Hatırat okuyup “ne iyi” ya da “ne kötü adammış” demek gibi bir durum bu.
Despotizmin metazorik yapılanması, her yerde aynı kadere mahkum olması, aynı kurallara yaslanması, başka türlü yapamaması, despotları öyle davranmaya iten koşulların ‘ne’liği ve nasıl bir dönüşüme tabi tutulması gerektiği üzerine düşünmemek asıl girdap ve asıl kısır döngünün kendisi. Bu, despotizme nefes veren bir döngü çünkü.
Despotun, “ne yaparsa yapsın -zinhar- tüm ülkenin hayrına yapamaması (ki bu başka bir durumun izin verdiği bir olgu) sadece kendisi ve çevresinin tahkimi için yapması; çünkü buna mecbur olması, hiç kaybetmemek için kurallarla oynaması, başkalarının kendisiyle rekabet edememesi için koşulları değiştirmesi, despotun değil despotizmin kaderidir. Despot da bu platformda başka türlü davranamadan yol alır" çözümlenmesini derinleştirebilse "kimlikçi" yaklaşımın yetersizliği ve saptırıcılığını görecek. (Despotizmin kimlikçi yandaşlarının en kestirme tezi "ama ötekiler de aynı zihniyette"dir. Bu, rahatlatıcıdır. Düşünce ve duruş konforu sağlar. Ve tabii kimlikçi duruşun da tahkimatını)
Oysa anlayamadığı şey şudur: Böyle düşünmek bir kısır döngüdür. Halkın bir bölümü bakıp "ama alternatif yok" diyebilir ama yıllardır savunduğun, binbir emekle gözün gibi baktığın ilkeler çiğnenirken senin böyle bir hakkın yoktur! Ya da “ilke” diyerek yaslandıklarını bir kez daha gözden geçirmen gerekir. Belki de yetersiz ve yüzeysel olan, yapısal, bütüncül bakmana engel olan onlardır!
Mesela despotizm, sürekli bir yolsuzluk mekanizması üretmeye mecburdur. Despot kendisini ve çevresini sürekli beslemek zorundadır. Kendisine ideolojik destek veren kitleler birkaç yolla bu iddiaları ve gerçekliğini te’vil edecek bazı argümanlar ileri sürerler:
1. Doğru değil, iftiradır! İftira suçtur, günahtır.
2. Elimizdeki bilgilerle bizim ispat etmemiz mümkün değil! Yeterli delil olmadan konuşmak bühtandır, hem bu dünyada hem ahirette hesabı sorulur.
3. Abartıdır. Öyle olmamıştır.
4. O iş yolsuzluk değil ki, sistem böyle işliyor.
5. Onlar da yapıyor/fırsat olsa yapar, biz görmezden gelelim.
6. Her devirde oldu/oluyor böyle şeyler.
7. Onlar yapacağına bizimkiler yapsın.
Te’vil listesi uzatılabilir. Lakin uzadıkça makyavelist zincirin halkaları kalınlaşır. Burada dostu, ele güne yem etmeme hali de söz konusudur. Ama sonuç, sadece despot ve çevresinin değil, geniş kesimlerin de bu tevil anaforuna kapılıp yozlaşmasıdır. Ama mesele inanıp-inanmama, vesair tevillerin ötesinde şunun kavranmasıdır: Despotizm bundan farklı davranamaz! Yegane beslenme kaynağı budur! Daha doğrusu çarkı böyle döndürmeye mecburdur! Eğer başka türlü olsaydı, zaten onun adı despotizm olmazdı. Orada bir despot da yeşermezdi. Yumurta-tavuk hikayesi gibidir bu durum. Çark bu şekilde dönmek zorundadır. Başka türlü olabilirmiş gibi davranmak sadece kendini aldatmaktır. Hatta öyle ki insanlar bunu çoğu zaman şu şekilde tecrübe de ederler aslında: Başka türlü olabileceğini tartışmaya açmak despotun hışmına maruz kalmayı beraberinde getirir.
Despotizm ve Zorunlu Olarak “Emanete Hıyanet”
Geçenlerde, “Emanet” ve “Emaneti ehline vermek” ile ilgili hadislere rastgeldik bir araştırma yaparken. “Emanet, yöneticinin dinidir” gibi.
Tabii bu hadislerin hakkını teslim edebilmek için önce “emanet”in ne olduğu, “emaneti ehline verme”nin ne anlama geldiğine ilişkin bir öngörünüzün, fikrinizin olması gerekir. Kadimden bu yana yapılan tartışmaların aşağı yukarı ortak yönü, bunun idare, yönetim, kamuya ait olan, kamu hakkını içrek hususlarla ilgili olması. ‘Bir süreliğine kamuya ait olanın yönetimi’ diye kısaca ifade edersek, hadisin bizlerde uyandırması gereken şiddetli tesir de anlaşılmış olur ki o da şudur;
"Emanete hıyanet edenin dini de olmaz!"
Farklı kaynaklarda hadis-i şerif ya da Hz.Ömer’in sözü olarak geçen bu şiddetli uyarının üzerine ciddi biçimde düşünmek gerek. Çünkü bu durum, hukuk ve adaletin doğru işletilmesinin önemsendiği özgürlükçü sistemlerde belki münferiden gerçekleşen ama despotizmin doğa durumunu ifade eden bir tespittir.
Yani kişisel almanız takvaya yakınlığı gösterirken, genel bir duruma şamil kılmanız bir sistemin işleyişine tekabül eder ki, hadisin uyarısı, bu durumda te’villerin işe yaramayacağının da bir göstergesidir.
Hayat yolculuğunda nefsimiz genelde bize daha çok kolay olanı teklif eder ve işimize geldiği ölçüde ayetler, hadisler ve hayatın gerçekleriyle yüzleşiriz. ‘Sarp yokuşa tırmanan’larımızın sayısı fazla olmamıştır. Hadisler ve ayetler bize bunu söylerken, korkular üzerine bina ettiğimiz güç edinimi ve kimlikçi düşünce/fikir konforu bize farklı tevil seçenekleri sunar: Konjonktür, reel siyaset, gerçekler, öznel koşullar vb…
İşte tam da burada kendimize şunu sormamız lazım. Beni “konjonktür, öznel koşullar” vs. demeye zorlayan itki nedir?
Kimliksel değil de sistemsel bakabilmenin avantajı, zaten despotizmin başka türlü davranamayacağı gerçeğini kavramak olduğunu belirtmiştik. Ama burada farklı bir durum daha ortaya çıkıyor. Despotizmin bu zorunlu yasasını kabul ediyor ve tevillere başvuruyoruz. Oysa temel dayanağımız “ed-din” bize “despotizmin yasalarını zinhar kabul etme” diyor. (Mesela Hud, 11)
“Emanete hıyanet edenin dini de olmaz” sözüne dönersek, ya ayeti-hadisi tevil etmem gerek, ya da “emanet” “düşman”ın eline geçerse diye kara kara düşünmek! Peki “emanet” bizim mülkümüz müdür? “Emanet” adı üstünde, despotun mülkü müdür? Üzerinde istediği gibi tasarrufta bulunabilir mi? Bu durumda “Emanete riayet” zaten despotizmin tekerine çomak sokmak değil midir? Son soru: Biz kimiz?
Sistemsel ve ilkesel bakmamanın, “emanet”in ne olduğu üzerinde ısrarla düşünmemenin, despotizmin mukadderatına ilişkin tasavvur geliştimemenin bedeli şu paradoks olmaktadır:
Her şeyi varolanı koruma adına tahfif etmek! “Düşman” olsaydı tersini savunmanın küfürle itham olacağı olgular, her yerin boşluk bırakmaksızın ayet ve hadislerle kaplanacağı alanları bu konjonktürde öksüz bırakmanın vebali.
Despotizmin değişmeyen yasalarına sadece genel bir giriş yapmış olduk. Hayata siyasi, ekonomik, toplumsal boyutlarıyla tekabül eden, her dönem ve devir için geçerli olan somut (ve ortak) yönlerini bir sonraki yazıya bırakalım.
Yorumlar
Yorum Gönder