28 Şubat 2019’ta Yargıtay 9. Ceza Dairesi tarafından 10 yıl 6 ay hapis cezası verilen Yargıtay eski üyesi Hüsamettin Uğur’un kızı Nalan Dilara Uğur, sosyal medya hesabından (@nalandilora) babasının da bulunduğu Keskin Cezaevi’nde işkence yapıldığına dair iddialar içeren bir tvit atarak, Adalet Bakanlığı ve yetkililere seslendi:
“Keskin cezaevinde bir kamu görevlisinin işleyebileceği her türlü suçun işlendiğini iddia ediyor babam, İŞKENCE VAR, kanıtlayabiliriz diyor, dikkate almayacak mısınız?”
Aslında bundan da önce bir zincir paylaşmıştı, babasının cezaevinde yaşadıklarıyla ilgili:
“17 Şubat tarihinde talebi olmamasına rağmen başmemur görüşmesine çağrılıyor. Kamerasız odada başgardiyan ve isimleri mevcut 4 gardiyan tarafından 1 saat boyunca dövülüyor tehdit ediliyor. Yere yıkılan, hali kalmayan babamı bıraktıklarında başgardiyan ‘buradan cesedin çıkacak’ diyor.
Asılsız iddialarla bir tutanak tutuyorlar. Babamın gardiyanlara ‘ben burda, kızım da dışarda size savaş açtık’ diyerek gardiyana saldırdığını, kafa attığını iddia ediyorlar. Bir gardiyanın başına şişeyle vurarak telefon açıp ‘Emreyi gönderiyoruz darp raporu ayarlayın’ diyorlar.
Böylece babamın işlemediği suçun sahte delilini oluşturup, işkencelerini örtbas etmeye çalışıyorlar. Birbirlerine darp esnasında ‘yüzüne vurmayın’ ikazları yapmış olmalarına rağmen babamın ağzının kanadığını görüyorlar. Doktora görünmek isteyen babamın ağzındaki kan siliniyor.
Doktor(!) babama darp izi görmediğini darp raporu veremeyeceğini söylüyor. Babam iddialarımı rapora geçirmek zorundasınız dese de ‘biz burada ifade almıyoruz’ diyerek babamı gönderiyor.”
Uğur, kamera kayıtlarının da incelenmesini talep ediyor
“Babam şubat ayından beri Keskin C. Başsavcılığına hitaben DEFALARCA şikayet dilekçesi yazıyor. Kamera kayıtları incelenirse gardiyanların tutanakta iddia ettiği gibi odada 3 kişi olmadıklarını dahi görebileceklerini, 5 kişinin sabit olduğunu söylüyor. Tanıklarım var diyor.”
Ve hukuk talep eden şu önemli sorularla sesleniyor yetkililere:
“Babamın defalarca yazmış olduğu cezaevi savcısı ile görüşme talebi neden karşılanmıyor?
Bu kadar ciddi iddialar mevcutken etkili bir soruşturma neden yürütülmüyor? Bu cüretkar işkenceleri meşrulaştırmak değil midir? Savcısından hakimine hepsini sorumlu hale getirmez mi?
Önce kendi içimizde disiplin soruşturması yürüteceğiz diyen, işkence bilgisi ve emri dahilinde olan, ‘sana savaş açtık’ diyen, ‘kızın kendisine dikkat etsin’ tehditlerinde bulunan kurum amirinin eline bu olay nasıl bırakılıyor? Ülkenin hukukunu cezaevinin kurum amiri mi sağlıyor?
…25 yıllık hukukçu babam bizim kişilerle işimiz yok demeseydi ben isimleri ve bulabildiğim fotoğrafları ile ifşa etme yoluna başvururdum. Yine aynı şekilde 25 yıllık hukukçu babam hukukçu kafasıyla hukuki yolla halletmeye çalışalım demeseydi ben çok daha önceden duyururdum.
Ülkede hukuk kalmadığı, babam can tehdidi altında esir tutulduğu, şikayet dilekçeleri sümenaltı edildiği için buradan anlatma yoluna başvuruyorum. Babamın saçının teline zarar gelirse, isimleri mevcut gardiyanlar, kurum müdürleri, infaz hakimleri ve cezaevi savcısı sorumludur.”
Bu ifadeler, bir kızın babasının yaşadıklarına ilişkin içinde abartılı yaklaşımların da bulunabileceği duygusal paylaşımlar olarak da görünebilir bazılarına. “Oluyor böyle münferit olaylar, gerekli soruşturmaları devletimiz yapar olur biter” diye düşünenlerimiz de çıkabilir.
Ama dahası var. Babasının içeriden yolladığı mektup daha genel ve vahim bir tabloya işaret ediyor. Elbette, adı üstünde “iddia” bunlar. Ama yenilir yutulur, kulak üstüne yatılacak cinsten değil. Nitekim kamuoyuna yansıdığı anlarda bazı hukukçular da iddiaların vahameti üzerine;
“Keskinde Yargıca İşkence iddialarını şeffaf bir şekilde soruşturacak mısınız? Devlete emanet canları korumak ve insanlık suçu olan işkenceyi cezalandırmak görevinizdir.” şeklinde çağrılarda bulundular.
Kendisi de eski bir Yargıtay Üyesi olan Hüsamettin Uğur’un mektubundaki iddialar çok vahim:
“Mektubunda ‘cezaevinde yüksek yargıçlara, hakim savcılara bunlar yapılıyorsa diğerlerine neler yapılmaz ki’ diye yazdığını belirtmişsin. Doğru demiş ama asla tahmin edilemez neler yapıldığı…
’12 Eylül sonrası Diyarbakır Cezaevi desem’ akla neler gelir acaba!?
‘Zamanaşımına uğramayan suçlar desem’!?...bilenler bilir…
Adalet Bakanı kamuoyu önünde söz versin etkili bir soruşturma yapılacağına; bir kamu görevlisinin işleyebileceği her suçun işlendiğini ispatlayabiliriz. Fakat mümkün değil. “FETÖ” sanıkları her türlü suçun şüphelisi, sanığı olabilir ama zinhar hiçbir suçun müştekisi, ihbarcısı olamaz!.. Zaten kamu görevlilerine OHAL Kararnamesi ile getirilen her türlü “adli, idari, cezai, mali” dokunulmazlık, kanun hükmü haline getirildi. Ve inanıyorum ki, en yüksek seviyede sırtları sıvazlanıp her türlü hukuksuzluk için de teminatlar verilmiştir. Aksi halde asla ve asla mümkün değil bu yapılanların; açıkça, inanılmaz cüret ve cesaretle yapılması…”
Maalesef öyle zamanlardan geçmekteyiz ki, bırakın bu satırları gören sade vatandaşları, hukukçu kimliğiyle tanınan kişiler bile “Bunlar FETÖ propagandası” diye tüm bu iddialara gözünü kapamaya meyyal bir ruh hali içerisinde halen.
Daha vahimi; “Bak işte Yargıtay üyesi diyorsun. Hüküm giymiş. Bundan ala FETÖ’cü mü olur. Hakediyorlar” diyenlerin de sayılarının hiç de az olmaması.
Sözü fazla uzatmadan, birazcık İslam hukukundan haberdar olan muhafazakar zihinler için şunu ifade edelim ki düşmanınız ya da esiriniz dahi olsa, bunlara ilişkin hukuk bellidir. O sınırları aşmak, suçun cezasını çektirmekten çıkıp insanlık suçları içeren tarzda muameleler hem İslam hukuku açısından suçtur, hem de evrensel insanlık hakları açısından. İnsanlıktan çıkmanın hiçbir meşru zemini yoktur.
Bütün bunları “Velev ki suçlu olsunlar” şerhi ile yapmaktayız. Hüsamettin Uğur ve onun konumunda bulunanların suçlu ya da suçsuz olmalarından bağımsız olarak yapmaktayız bu tartışmayı. Onların evrensel hukuk mu yoksa siyasi kriterle göre mi yargılandıkları, uzun tutukluluk süreçlerinin AİHM ve AİHS kriterlerine göre ne ifade ettiği, hüküm giydikleri dosyaların içerikleri vs. ayrı tartışmaların konusu. Ne gözaltındaki insanlara, ne hükümlü ne de tutuklulara hiç kimsenin bu muamelelerde bulunma hakkı yoktur.
Esas endişe edilmesi gereken husus, bu iddiaların doğru çıkması ihtimali olmalıdır. Çünkü bu durum, ülkemizin geldiği hukuksuzluk çıtasını göstermesi, vatandaşının devlete olan güveninin sarsılması, devlet görevlilerinin kendilerinde bu pervasız, sınırlanmaz “yetkiyi” görmelerinin ülkeyi geri döndürülmesi zor bir yozlaşma iklimine taşıması açısından bizleri kaygılandırmalıdır. Tabii ki bu kaygıların temelinde “insan” vardır. Bu tecrübeleri yaşayan insanlar başta olmak üzere, “işkence özgürlüğü” bir yerde baş vermiş ise, bu sadece cezaevinde gizli işkencelerle de sınırlı kalmaz! Eski Türkiye’yi sarıp sarmalayan hukuksuzluk ağları tarihi olarak şahittir! Hala daha bu olağanüstü süreçlerde, yaşadıkları insanlık dışı muameleler bir yana, aldıkları hadsiz hukuksuz cezalardan ötürü içeride yatan insanların olduğu bir ülke burası. Evet, 90’ların örtülü darbe süreçleri ve 28 Şubat’ların zemheri ikliminden bahsediyoruz.
Anayasa’nın 17. Maddesi’nde; "...Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tâbi tutulamaz." yazılıdır.
Nalan Dilara Uğur, bilinçli bir şekilde hareket ediyor, tüm hukuki yolları tüketmeye çalışıyor, yetkilileri onların anlayacağı dilden uyarıyor. İyi de yapıyor.
İddialar çok ciddi.
"Diyarbakır Cezaevi" benzetmeleri;
"Zamanaşımına uğramayan suçlar" göndermeleri.
Asılsız çıkmasını umduğumuz bu iddialar Adalet Bakanlığı tarafından ivedi olarak soruşturulmalı, sorumlularına önce el çektirip ardından yargılanmaları sağlanmalıdır. OHAL Kararnameleriyle görevlilerin hukuki koruma altına alınması, bunların “işkence yapma özgürlüğü”nü tepe tepe kullanmaları adına gerçekleştirilmemiştir.
Bin defa tekrarlanmalı, asla unut(tur)ulmamalıdır: Kim tarafından kime yapılırsa yapılsın;
İşkence İnsanlık Suçudur!
Yorumlar
Yorum Gönder