Cumhurbaşkanı’nın “Biz Bize Yeteriz Türkiyem” çağrısı, hiç şüphesiz -hele ki böyle olağanüstü dönemlerde- kim yaparsa yapsın yabana atılası değildir, önemlidir. Toplumlar böyle zamanlarda dayanışmayacak da ne zaman dayanışacak? Hele ki öncelikli olarak toplumun en dezavantajlı kesimlerine fayda getirecekse kim “olmaz” diyebilir. Hiçbir aklı selim ve vicdan sahibi kesim böylesi çağrıların karşısına dikilmeyi aklının ucundan bile geçiremez, geçirmemelidir. Peki sadra şifa olabilir mi? Bunu elbette zaman gösterecek.
Tabii bunun cevabını sağlıklı verebilmek için, yaşayageldiğimiz yaklaşık son 4-5 yıllık dönemi bazı değerlendirmeler ışığında analiz etmek kaçınılmaz. Ve dahi şu son korona sürecini.
Maksadın hasıl olması için güven duygusu, samimiyet, doğallık, bilimsel rasyonalite, dayanışma duygusunu pekiştirmesi gereken kutuplaştırıcı zeminin tamiri ve hakiki hedeflerin önüne popülist siyasi amaçların konmaması en başta gelen saiklerdir.
Uzun erimli bir bakışla, Türkiye’nin kendi gücüyle doğru orantılı olmayan bir mekanizma eşliğinde, her alanda ortak akıldan uzak yönetişim süreçleriyle yönetildiği bir vakıa idi. Ekonominin en temel kurallarından uzak kararlara ek, hukuk ve yargı alanlarının yine en temel kurallarından uzak bir zihniyetle toplumun geniş kesimlerinin mağdur edildiği bir dönem geçirdik. Korona sürecine yaklaştığımızda, her biri bir önceki dönemi aratan bir ekonomik gidişata nepotik siyasetlerin de çarpan etkisi yaptığı bir dönemdi bu. Birilerinin “seçilmişler” düzeyinde kayrılıp palazlandırıldığı, yanlış dış siyasetin faturasının dolara yansımalarını baskılayacağız diye izlenen politikalar; ihtiyat akçesi gibi kötü gün paralarının har vurup harman savrulması; hazine garantili yol, köprülerin üzerimize bindirdiği yükler; detayları bir kenara bırakırsak hiç de şeffaf olmayan, denetim ve ortak akıldan mahrum bir yönetişimle büyüyen bütçe açığı, yitirilen itibar ve krediler, kaçırılan rasyonel fırsatlar; hukuk açısından güvensiz ortamların üst yapının düzelmesini engelleyici baskı ve dezavantajları korona günlerine de geldi dayandı.
Peki korona günlerine hangi mantık ve düşüncelerle girdik? Meselenin ehemmiyetini devlet aklı olarak ne derece kavradık? Bütün o eski zemine rağmen planlı ve nitelikli bir yol haritasıyla hem yanlışların tashihi, hem de bugünleri daha sağlam yöntemlerle atlatma mümkün olamaz mıydı?
Daha en başında kötü bir liderlik sınavıyla başladık. Yaklaşık bir hafta ülkenin lideri adeta görünmez oldu. Sağlık Bakanı’nın üzerine bırakılan yük büyüktü ama artık hep birlikte çok iyi öğrendik ki bu sadece bir sağlık problemi değil ve çok boyutlu ele alınması gereken ve ne zaman nihayetleneceğine tek başımıza karar veremeyeceğimiz büyük bir kriz.
Peki ilk açıklanan paketten itibaren sürecin yönetimine toplumun farklı kesimlerini ve temsilcilerini -Meclis içi ya da dışı- kattık mı? Ya paketin içeriği? Toplumu tatmin etti mi?
Sorunlarımızı tartışabilme kültürümüzün çıtası maalesef hala çok kötü. Şu yazının bile ideolojik gözlerle okunacağı milyonlarca muhatabı var. Siyasi bakıyoruz yani. Tıpkı yönetenler gibi. “Ben bu süreçten siyaseten en az zararla nasıl çıkabilirim?” düşüncesinin kendisi zaten başlı başına tablonun vahametini anlamaktan uzak bir popülizm içermekte. Popülizmin bizatihi kendisi zaten böyle bir süreçten popülist tarz ve eğilimlerle çıkılmasının imkansız olduğunu görememektir.
O halde ne? Güven! Sen güvenmediğini izhar edersen, karşılığı toplumdaki milyonlarca güvensiz insan demektir. Peki bu durumda kampanyanın başarı şansı sınırlanmış olmayacak mıdır?
Dönelim pakete. Paketin zayıflığı, “e ne yapalım diğerleri güçlü devletler bizim elimizden bu geliyor” saflığıyla geçiştirilirse, işte bu tam da ideolojik -siyasi-tarafgir yaklaşıma tekabül eder. Bunun üzerinde sörf yapma kabiliyeti zaten doğal bir refleks halini almış olan muktedirler de farklı davranma zahmetine katlanmak istemez. Çünkü zaten amacı mümkün olduğunca az siyasi zararla süreci atlatmaktır. Şeffaflığı ve denetimi sevmediği için de hataları, zaafları, boşlukları görünmez kılma çabasını siyaset zanneder. Halbuki sürecin böylece devamı korkuları başa tek tek getirecek olan bir prosesi, bir oto zehirlenmeyi yaşamaktan başka bir akıbet doğurmaz.
Bir devlet halkından yardım dilenir mi? Dilenirse toplumda güven kaybı, moral bozukluğu oluşur mu? Bu tartışmaya hiç girmeyeceğim. Fransa’nın bile yapmak zorunda kaldığı -görece benzer- çağrıların olduğu bir ortamda neden olmasın. Sorun çağrının neden gereken heyecanı uyandırmadığındadır kanımca. Ya da şöyle diyelim, aslında bu çağrıyı yapmayı gerekli kılmayacak hangi doğruları ıskaladık?
Meclis içi ya da dışından muhalif parti ve çevrelerden çok ciddi katkılar geldi bu süreçte. Ne kadarı ciddiye alındı diye bakmak gerek? Haksızlık etmeyelim, bazıları lütfedilip onay gördü ve sıraya kondu. Lakin parça doğrulara değil genel felsefe ve ana plana bakmak gerek. Temeli yanlış atılan bir binanın üst katlarında bazı tadilatlara gitmek binayı geleceğe dair güvenilir kılamaz.
Peki temel neden büyük eksiklere dayalı olarak atıldı? İşte onun da kendine özgü temelini yukarıda bir parça izaha çalıştık. Temelin de temelini yani.
En temelde korkular var. Yok, beka falan değil. Beka olsaydı doğruları merak eden bir arayış iklimi olurdu. Başka korkular. Korkular, önce kibirle başlar. Onu başarısızlıkların birikimi üzerine yeşeren özgüven kaybı ve zayıflık izler. Zayıflık, yetişmiş nitelikli liyakatlı insan unsurlarını ihtiva eden geniş yelpazeli bir ortak akıl yönetimini çoktan terketmiş olmanın bir sonucudur. Senden olmayanlarla istişare, senin pekçok ipliğini pazara çıkaracağı, artık yapamayacağın şeyleri senin zihnine kakacağı düşüncesiyle düşmanca öneri gibi gelir kulağa. Bu ortam artık sağlıklı üretimi de sinerjiyi de boğar. Üretmek, emir komutaya bağlı olduğu için zincirdeki tüm sorumluların varolan yetenekleri de tırpalanır. Çelişkilerini bile görmez hale gelirsin. Bir yandan “Biz Bize Yeteriz Türkiyem” derken, diğer taraftan iki en büyük şehrin yardım kampanyalarına baltayı vurduğunda ortaya çıkacak dilemmayı hesaplayamaz hale gelirsin.
İnsanlar “para isteniyor ama şu milyarlarca liralık hazine garantisi ödemelerine ilişkin bir şeyler yapılsa ciddi bir kaynak oluşturmaz mı?” diye sorduklarında bir cevap, bir çözüm, “olmaz şu sebepten!” ya da “Neden olmasın, üzerinde çalışıyoruz” diyebilecek bir irade ortaya konmadığında; bir de buna -ne ilgisi varsa- Kanal İstanbul ihalesi gibi -kafasızlık mı desek, rasyonalite kaybı mı bilemedim- yangından mal kaçırma fırsatçılığını andıran adımlara tevessül edip “koyun can derdinde kasap et” misali bir görüntü verince güven, samimiyet, doğallık, fedakarlık, rasyonalite diye sıralamak elzem bir hal alır.
Halbuki elinde avucunda olanı talep ettiğinde, öyle 3-5 maaş değil, uçağından makam arabasına “devletin ısraf mekanizmalarından dönüşüne ilişkin bir şahitlik ortaya koy hele” diyenleri yerden göğe haklılaştıran bir sahicilik eksikliği ay gibi parlıyor bütün bu keşmekeşin içinde.
Evet, en temel meselemiz bu; sahicilik ve samimiyet. “Kasa boş, para bitti, pul oldu”yu sloganlar eşliğinde İBAN sunmakla ima ve ifa etmezden önce yapılacak o kadar çok samimi ve sahici şeyler var ki oysa: Ekonomi en başta olmak üzere infaz yasasına kadar dayanan doğruları hayata geçirebilme iradesi ortaya konsun da görün o zaman toplumdaki sinerjiyi. Soru şu: Kaldı mı böyle bir irade! Virüslü günlerin mesafesi bize bunu yaşatarak gösterecek.
Ama “Biz Bize Yeteriz Türkiyem” sözü bile aslında -bu mahcubiyetle mi söylendi bilinmez- bir itirafın da dışa yansımasıdır. Kutuplaştırıp ayrıştırarak izlenen siyasetlerin normal zamanlarda aldatıcı zararları katlayarak artırdığı düşünüldüğünde, bir pandemi prosesini bu kısır parantezle yönetmenin imkansızlığına dair bir bilinç sıçraması yaptırması umut edilir. Ama hedef -inşallah- buysa; bu, sloganla beslenmez! Pratik göstergeler ortaya koymak, davet etmek, masa kurmak, çağrı yapılan kesimlerin temsilcilerini de sorumluluk ve denetime ortak etmekle olur. Hadi ikinci adım bu olsun. Böylelikle kimsenin kalbinde şüphe kalmasın, ‘acaba’lar azalsın, elele olunduğu samimiyetle bu topluma hissettirilsin. Hah işte o zaman “Biz Bize Gerçekten Yeteriz”, çünkü ortaya bu amaçla kaynaşmış bir “Biz” çıkmış olur.
Olur mu olur.
Umut bugünlerde sadece fakirin değil herkesin ekmeği!
Haydi Türkiye, görelim bakalım!
Yorumlar
Yorum Gönder