Ana içeriğe atla

Macron neyin karikatürü? 28.10.2020


 


Sadece Fransa’nın değil, Avrupa’nın da karikatürünü ifade etmekte Macron. “Hangi Avrupa?” sorusu şimdilik kenarda dursun. Avrupa’nın Batılı değerlerle sınavı hep varoldu. Kriz dönemleri, putlarını acıkınca yiyen cahiliye geleneğine sarılanlarla, bunlar karşısında zayıf kalanların mücadelelerine de sahne oldu. Bugünlerde, milletvekili Clementine gibilerin itirazları bunun uzantısı. Tıpkı eski Cumhurbaşkanı adayı, Macron’u da Le Penistlere karşı desteklemiş olan komünist "Boyun Eğmeyen Fransa" hareketinin lideri Jean-Luc Melenchon gibi. Şimdilerde o da Macron’un dengelerini yitirdiğinden şikayetçi. Hatta Macron tarafından İslamo-solcu (sol İslamcı) olarak bile nitelenmekte. İç politikada aşırı sağı absorbe etmek adına yabancı düşmanlığı ve İslam düşmanlığına doğru evriltilmek istenen İslamofobiye yol veren açıklamalara sarılma ve gündemler oluşturma sadece Macron ile de sınırlı değil.

 

“Yahudi sorunu”nun Siyonist projelerle birlikte Avrupa dışına atılması, Batı’nın aynı refleksleri gösterecek başka topluluklar bulma ihtiyacını ortadan kaldırmadı. Uzun süredir Müslümanlar aynı potada. Charlie Hebdo denen iğrenç paçavranın İslam ve Müslümanlara dönük pervasızlaşmasına karşın (Hebdo’nun 2013’te Mısır’da, Müslümanların katledilişini Kur’an üzerinden alaya aldığı karikatürleri de bir kez daha hatırlayalım. Dipnota koyduğumuz makalede detayları mevcut) ‘anti-semitik’ olarak nitelenip eleştiri konusu olan karikatürleri geri çekip özür dilemesi, daha önce antisemitik bulunan karikatürü yüzünden işinden olan çizeri, ya da mesela Zeon adlı karikatüristin Gazze saldırıları esnasında İsrail’i eleştiren karikatürlerinin hedefe konup mahkemelik olması karşısında “ben semitizmi değil siyonizmi eleştirdim” diyerek kendisini savunmasına karşın popüler bir lince tabi tutulması örneklerinde görüldüğü üzere bir ikiyüzlülük ortamı hep varolageldi. Fransa’da tartışmalar hep “evrensel Batılı değerler ile Fransa’nın Cumhuriyetçi değerleri” salınımında gidip geldi. Yani laiklik başta olmak üzere “Cumhuriyetçi değerler” ile imtihana tabi tutulan Müslümanların kendileri olarak varolmaları meselesi asimilasyon-entegrasyon sarkacında “Avrupa İslamı” konusunun baş maddesi olarak hep önde tutuldu. Macron’un “Ayrılıkçılık” olarak kodladığı şey, asla şiddete bulaşanlarla alakalı bir konu ekseninde kalmadı. Nitekim bulduğu iki çözüm, bir kitlenin “adam edilmesi” meselesinin ötesinde bir “din”in yorumlarının Fransa’nın “ortak değerleri”ne uyumlu hale getirilmesinin konusu oldu. Bunun sadece Macron’un perspektifi olmadığı, bir “Euroİslam” projesi olduğu malum.  

 

Faraza, Müslüman kitlelerin şiddeti kınaması, hatta “Ben Charlie”yim demesi bile bu mantaliteye göre yetersizdir. Bunu sadece kamusal alanda değil, bireysel tercihlerde de ispat etmek zorundadırlar. “Başörtü yasakları”nın bireysel özgürleştirmeyle bir tutulup kişinin iradi tercihi olarak değil, ataerkilliğin ve dinin zoraki buyrukları olmak kaydıyla kişinin bireyselliğini ve özgür iradesini baskı altına alan bir tutum olarak lanse edilişi de aslında başka bir gerçeğin üzerinin örtülmesiyle ilgilidir. Ki o gerçek, Fransa özelinde konuşursak, Fransız milliyetçi kibrinin onyıllardır ikinci sınıf insan olarak kodladıklarına bakış açısının değişmesinin imkansızlığıdır. Diğer bütün açıklama biçimleri bunun dolgu malzemesi olarak görülmelidi! Eşitlik, demokrasi, çoğulculuk, ifade özgürlüğü gibi değerlerin asla Müslümanların lehine işleyememesini ve cumhuriyetçi değerler altında ezilebilmesini makulleştiren bir ulusallıktır bu.

 

Macron’un “ayrılıkçılığa karşı mücadele edeceğiz” sözlerinin, şimdilerde Fransa’da asıl ayrılık ve nefret tohumlarını beslemesi sadedinde tartışılması da aslında yeni bir şey değildir. Üstelik eğer mesele “aşırılıklar” ise, neden buna da karşı olan onlarca sivil toplum örgütü şimdilerde kapatılma tehdidi altına sokulmaktadır. Bunun en temel saiki aşırılığın “dinin ontolojisinde” bulunduğuna ilişkin yargıdır!

 

Fransa’da yaşayan Arap kökenli bir sosyal medya kullanıcısının basitçe özetlemeye çalıştığı gerçeklik karşımıza şu şekilde dikilmektedir:

 

“Siyahilere hakaret edildiği zaman ırkçılık; kadınlara hakaret edildiği zaman cinsiyetçilik; İslam’a ve Müslümanlara hakaret edildiğinde ifade özgürlüğü!”

 

***

 

Avrupa, aşırı sağın yükselişiyle genel anlamda çağdaş postulatlarını sorgulatıcı pratikler serdedenlerin ciddi baskısı altında. Zira bu durum iktidar değişimlerinde belirleyici bir öğe haline geldi. Batı dışı coğrafyalara ilişkin tutumlar, işgaller, sömürü ve bunun yarattığı travmaların oluşturduğu mülteci akınları, küresel sistemin girdiği krizlerle birlikte Batı’nın kendi iç sorunlarının henüz çözümünün üretilemediği proseslerine bu sorunları ekledi. Almanya’nın bir ekonomi devi olarak merkezde olduğu; Britanya’nın kıtanın yüklerini taşımayı reddederek gövdeden ayrıldığı bir vasatta, ekonomisi Almanya ile boy ölçüşmeye güç yetiremeyen Fransa bir yandan askeri gücünü öne sürerek Avrupa’nın öncülüğüne soyundu; diğer yandan bunu ispat sadedinde hinterlandındaki alanlara (Libya, Lübnan, Afrika, D.Akdeniz, Ermenistan gibi) eski gücünü tahkim edeceği varsayımıyla “müdahil” olmaya gayret sarfederken, Türkiye ile yolları ciddi biçimde kesişti.

 

Kısmen İngiltere’yi bunun dışında tutarsak, Aslında Türkiye-AB ülkeleri çekişmesinde yukarıdaki tabloya uygun baş rol kapma çabaları da Erdoğan-Macron kapışmasını bu düzeye getirdi. Kapışan elbette sadece bu ikili değil ama özellikle Macron’un 1) Fransa içi, 2) AB içi ve 3) Fransa’nın geleneksel politikaları eksenindeki dengeler muvacehesinde üstlendiği bir rol söz konusu. Macron’un ise bunların hepsini birden üstlenebilme kapasitesi olmadığını hem Fransa içi tartışmalar, hem Macron-Trump ilişkileri hem de Afrika ve Ortadoğu’ya ilişkin hamlelerindeki başarısızlıklar ortaya koydu.

 

Tam bir kara-mizah misali Lübnan gerçekleriyle örtüşmeyecek şekilde Hizbullah’ı İran ile ilişkileri kesmeye davet ederken, herkesi kendisine güldürttü. Hafter’i beceriksizce ve uluslararası hukuku çiğneyerek desteklerken, Türkiye’nin Libya’ya müdahaleleriyle baş etmekte zorlandı; ortaklarıyla birlikte giriştikleri oyunları ayağına dolandı. Suriye’de de kifayetsizliğini ortaya koyarak geri çekilmek durumunda kaldı. Afrika bağlamında da gerek ABD ve Çin ve gerekse Türkiye’nin 2005 yılından beri gerçekleştirdiği açılımlar karşısında gerekli hamleleri yapamadı. D.Akdeniz politikasında yalnız olmasa da, Türkiye ile sürtüşmelerin başat rolünü üstlenmekten geri durmadı. En sonunda da “Türkiye’nin Kafkasya’da düşüncesizce ve tehlikeli bir politika izlediği”; “Dağlık Karabağ’da kırmızı çizgiyi geçtiği” gibi açıklamalarda da görüldüğü üzere, tavır ve açıklamalarına AB’den eleştirilerin gelmediği, Türkiye’ye yaptırımlar uygulanmak istenen bir vasatta, AB-Türkiye ilişkilerinin kötü polisi olmayı sürdürmekte kararlı görünüyor.

 

Trump’ın bile “Erdoğan ile ancak ben başedebilirim; Biden gelirse bunu beceremez” mealinde çıkışlar yaparak iç siyasette el yükseltmeye çalıştığı bir küresel zeminde, Erdoğan üzerinden yapılan açıklamaların getirisine sığınmaması beklenecek bir durum değil. “Tiranlarla mücadele” gibi -Türkiye içi mahfillerde de alıcı bulan- süslü sözlerin politik getirileri olmayacağını varsaymak doğru değil. Macron’un içine düştüğü çıkmazlarda Erdoğan’ı da hedef tahtasına koyarak oyunu reel siyasetin kuralına göre oynamak istediği açık. Lakin bu tabloyu görmezden gelerek meseleyi salt Erdoğan ve onun Türkiye içi pozisyonunun detayları üzerinden okuyanların da içine düştükleri zaafları görmek gerekmekte.      

 

***

 

Mesela Macron’a ilişkin sözler ve boykot meselesi. Müslümanların değerlerine pervasızca hakaret edilen bir vasatta, İslam dünyasından ciddi tepkilerin de olduğu bir süreçte Türkiye’nin buna yönelik öyle ya da böyle, hatta göstermelik bile olsa bir tepki vermesi, ancak yeterliliği yetersizliği bağlamında tartışılabilir. Bunda içeriksel tutarlılık aramak bu geniş resmin kaçırılması anlamına gelmektedir. “Erdoğan söylemeseydi de sivil toplumdan falan gelseydi” şeklindeki yaklaşım zımnen bunun kabul edilebilir olduğunu da içermekte oysa. Mesela Çin’e yönelik tepkisizliğin eleştirildiği haklı söylemler, tepkiler geldiğinde de bunların etkili olmaktan uzak kalacağı gerçeğini değiştirmemektedir. Ya da boykot, ABD ve Batılı ülkelerin Çin’e yaptığı gibi bir düzeyde etkili olduğunda mı ancak kabul edilirlik çıtası yükselmektedir. Nitekim Fransa’nın boykot çağrısı yapanlara yönelik bunların geri çekilmesi uyarısı, aslında bir ölçüde etkili olduğunun da bir göstergesidir.

 

Elbette yeri geldiğinde Erdoğan’ın dış politikayı kurumsal olmaktan çıkarıp kişiler düzeyine getirmesinin; Erdoğan-Trump, Erdoğan-Putin “dostluğu” çerçevesindeki yaklaşımın Türkiye’ye kaybettirdikleri üzerine ya da mesela D.Akdeniz siyasetinde çoklu diplomasiyi, uluslararası kurumları, ülkeler arası çelişkileri iyi kullanamadığını eleştirebiliriz. Rusya ve Çin gibi totaliter yapıdaki ülkelere fazla yaslanmanın elimizdeki kartları zayıflattığı, dengelerarası oyun kurmayı zaafa uğrattığını yazıp çizebiliriz. Ya da iç ve dış politikadaki kimi konuların iç siyasette ekonomi, toplumsal sorunlar, hukukun kötü işleyişi karşısında araçsallaştırılmasına, bu sorunların üzerinin örtülmesi ya da saptırılmasına tepki verebiliriz. Lakin salt Erdoğan ve Türkiye ile de sınırlı olmadığı açık olan konularda, uluslararası hukuk başta olmak üzere insan haklarının açıktan çiğnendiği, BM gibi NATO gibi uluslararası ve bölgesel örgüt ve kurumların işlevlerini yitirip acziyetlerinin yarattığı küresel ve bölgesel krizler bağlamındaki meselelerde, bu sorunların kapsadığı genel çerçeveleri gözden kaçırmamızı haklı çıkarmaz bu eleştiriler. Hepsini birden hakettiği ölçüde tartışabilmemiz bizim açımızdan bir yükümlülük. Abartmadan, saptırmadan, esası gözden kaçırmadan. Nitekim bu olmadığında, diğer eleştirilere kulak vermesini talep ettiklerimiz nezdinde de inandırıcılık çıtası zayıflamakta; üstelik küresel günahlara imza atanlar karşısında da dayanışma ruhu zedelenmekte. Böyle olmazsa, daha iyi bir başkanlık ya da daha iyi bir sistemle bu sorunların üstesinden gelebiliriz mantığı da inandırıcılıktan uzak kalır.

Hamiş: Charlie Hebdo saldırısının ardından, özellikle Batılı siyasi mahfiller ve medyada serdedilen yaklaşımları analiz ettiğimiz yazımızı da meraklıları için buraya not düşelim.

Sömürgecilerin Eşitliği, Irkçılık ve Kibrin Özgürlüğü, Karikatür ve Silahın Kardeşliği

(haksöz dergisi, şubat 2015, sayı 287)

https://www.haksozhaber.net/okul/somurgecilerin-esitligi-irkcilik-ve-kibrin-ozgurlugu-karikatur-ve-silahin-kardesligi-7182yy.htm

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Gelecek Partisi’nin tarihi ekonomi toplantısı 17.06.2020

Gelecek Partisi ekonomi kurmaylarının Genel Başkan Ahmet Davutoğlu eşliğinde Sheraton Otel’de 15 Haziran tarihinde düzenledikleri basın toplantısı ("Ekonomide GelecekModeli") tarihi önemi haiz idi.   Davutoğlu’nun giriş konuşması, her ne kadar korona sonrası dünya öngörüleri, kriz dönemleri karşılaştırmaları içerse de öncelikli olarak bir bütüncül zihniyet dönüşümü teklifi içermekteydi. Zihniyet dönüşümü, bunu sağlayacak siyasi ilkeler, buna dayalı yapısal reformlar, bunları gerçekleştirecek liyakatli kadrolar ve yeniden kurulması elzem sistemin hem bugünün arızalarını tamir edici, hem de gelecek inşa edici yönünün birlikte yürütülmesi.   Zihniyet-ekonomi-kurumsallaşma-kurallılık-hukuk devleti-güvenlik hepsi içiçe ve metazorik olarak birbirine bağlı. Biri olmadan diğerine el atamadığınız, atsanız da aksamasına engel olamayacağınız, neyi niçin yaptığınızı önceden resmetmeniz, planlamanız gereken bir yürüyüş. “Ben yaptım oldu” kolaycılığı, fevriliği, sözde “hızı”na alternatif b...