Bugünkü başkanlık sistemi tüm boyutlarıyla masaya yatırılmaya devam ediliyor. Alternatiflere de kafa yoruluyor. En kuvvetlisi hiç şüphesiz, ana prensiplerde tüm muhalefet partilerinin üzerinde anlaştığı Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem. En somut çalışmayı “Siyasal Sistemde Gelecek Modeli/Tam Demokrasi İçin Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” başlığıyla hazırladığı bir kitapçıkla Gelecek Partisi yaptı. Çalışma, partiye yeni katılan anayasa hukukçusu Serap Yazıcı ve siyasi danışma kurulu üyesi Ergun Özbudun’un öncülüğünde gerçekleşti. Sistem, sadece bugünkü başkanlık sisteminin kötü pratiklerini tashih etme amacı taşımıyor; aynı zamanda parlamenter sistem geleneğimize de katkılar yapmayı amaçlıyor. Yani eski sistemden daha nitelikli, onun da handikaplarını reforme edici nitelikler barındırıyor. Özellikle Batılı bazı anayasalardan mekanizmalar ithali, yaşadığımız son üç yıllık tecrübelerin de ışığında önem arzetmekte.
Hiç şüphesiz “Türk Tipi Başkanlık Sistemi” olarak da adlandırılan siyasal dönüşümün en önemli amaçlarından biri, kendisinden önce varolan sistemde yaşanan sorunlara çözüm arayışı idi. Mesele sadece o sistemde varolduğu söylenen (ama son yaşanan tecrübelerle aslında nakzedilen) handikapların ortadan kaldırılması değildi. Aynı zamanda, seçilmiş meşru iktidarın başka güçlerin etkisi ve baskısı altında kalmadan yönetebilmesinin de önünü açmaktı.
Evet vesayetten, vesayetçi anlayış/zihniyetten bahsediyoruz. Önce 28 Şubat’lardaki hukuk, ekonomi-politik ve toplumsal katliamlara sebebiyet veren ulusalcı asker-sivil bürokrasinin 2002’den itibaren yeniden ön alması; ardından 2010’dan itibaren yazılan malum hikaye. Vesayetçi grupların bugüne dek dayandığı yegane alan (meşruiyet ihtiyacının da gereği olarak) yargı olmuştu. Geçmişten bugüne mecliste de, bürokraside de, basında da, hepsinden önemlisi orduda -belli bir zihniyetle malul- yerleşik güç odaklarının elindeki en temel araç hep yargı idi. Bugün de en fazla bundan, yani yargının araçsallaştırılmasından şikayetçiyiz. Dünkü vesayet odaklarının 2010 öncesi yargıdaki etkisinin en akılda kalan hatırası “AK Parti kapatma davası” idi. Bilahare eski adıyla HSYK’da güç elde eden yapı da, bu gücü seçilmiş iktidar karşısında kullanmaya çalıştı. Onların etkisinin kırılmasının ardından cumhurbaşkanlığı sistemi oluşturulurken, HSK’nın üye seçimi tamamen seçilmişlerin eline bırakılıyor (cumhurbaşkanı 6, meclis 7 üyeyi atıyor) ve ülke başka bir felaketle karşı karşıya kalıyordu. Yargı sürekli olarak bir bumerang misali rövanşizmin yegane hesaplaşma zemini oluyordu. Meselemizin özü olan bu konuya tekrar döneceğiz.
Elbette yürütme-yasama dengesi ve fren mekanizmaları üzerinden tanımlanan sistemlerde yargı ayrı bir alanda kalır. Yani yargının bağımsız ve tarafsız olması sistemlere göre değişen bir durum oluşturmaz. Bizatihi, o sistem bu sistem farketmeksizin bu özellikleri itibariyle tartışma dışıdır. Zaten aynı zamanda hem yürütmeye hem de yasamaya ilişkin bir dengelemeyi de ifade eder. Dolayısıyla yargı konusu, sistemler dışı bir konudur.
O yüzden, hangi sistem savunusu yapılırsa yapılasın öncelik fren-denge mekanizmalarına ayrılmış, tamamlayıcı ana dert de hep yargı olmuştur. Peki ama nasıl sağlanacaktır yargının tarafsızlığı ve bağımsızlığı? HSK yapısındaki değişiklikler yeterli gelecek midir sorunların çözümüne?
Mesela geçmişte on yıllarca tartışageldiğimiz hukuki pozitivizm, yani hukukun belli bir ideolojinin emrinde araçsallaştırılması konusu sadece sistem tartışmalarıyla giderilebilecek midir? Ya da mesela sadece alternatif, insan haklarına dayalı hukuk felsefisi eğitim yoluyla yeni hukukçu nesiller yetiştirmek sadra şifa olacak mıdır?
Mesela Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemi savunanların bir kısmı teknik olarak HSK’nın ikiye ayrılmasından, hakimler ve savcıların ayrı iki kurul olmasından söz etmektedirler. Bazılarına göre ise bu, öze tekabül etmeyen teknik bir konudur ve HSK üyelerinin bugünkü vesayet altındaki durumdan kurtulması için Almanya gibi örneklerde de görüldüğü üzere yargı mensupları (ağırlıklı olarak Yargıtay ve Danıştay’daki üyeleri) tarafından seçilmesi ve böylelikle “seçilmiş iktidar”ın vesayetinden kurtarılıp bağımsız hale gelmesi hedefe matuf olacaktır. Mesela Ergun Özbudun gibi hocalar bu fikirdedir.
Peki ama bu şekli meşruiyet sağlandığında amaçladığımız hedefi garantilemiş olacak mıyız? Zira en duayen hocalarımız bile meselemizin salt anayasa ve kanunlar değil uygulama olduğunu, uygulamanın da bir zihniyet meselesi olduğunu inkar etmemektedirler. Hatta hangi teknik hukuk konusu konuşulursa konuşulsun mesele dön dolaş buraya gelmektedir. Zira bu konu ‘rövanşizm’ meselesiyle de birebir ilgilidir.
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki katı bir şekilde bölünmüş ve rövanşist bir siyasal kültürden beslenen bir siyasi geleneğimiz var diye, bugün olan biten meşrulaştırılabilir görülemez. Bilindiği gibi bu da bir zihniyet meselesidir:
“Yarın birileri bize çok kötü şeyler yapacaklarına göre onların çanına tıkanacak otları şimdiden yetiştirmekte fayda var” mantığı zaten siyasetteki “dön baba dönelim” oyununun bir çıkmaz sokak olduğunu bize yeterince öğretmiş olmalıdır. Bugün sorulması gayet mantıklı ama cevabı olumlu olduğunda bugüne dair yapıp edilenleri meşrulaştırmayacak soru şudur:
Bugünkü iktidarın otoriterleşme serüveninden bıktık ama yarın da ayrı bir otoriterleşme hikayemizin yazılmayacağının garantisi var mıdır? Tarih dilimi olarak yakın geçmişe bile baktığımızda cevap olumsuzdur! Ama cevap olumsuz diye bugünküne katlanmak ve göz yummak adil, hukuki ve ahlaki midir? Buna verilecek cevap da olumsuzdur; zira bahsettiğimiz konu masa başı felsefi-kelami bir mesele, siyasi tarih üzerine zihin jimnastiği değil, milyonlarca insanın hayatını etkileyen, hatta gelecek nesilleri kapsam alanına koyan gayet somut, olabildiğince can yakıcı bir konudur.
Sorun şu ki, İskandinav ülkeleri örnekleri, Almanya gibi tecrübeler üzerinden gerçekleştirilecek sağlam olduğu düşünülen mekanizmaların ithali konusu da, sosyolojik farklılıklarımız, siyasi geleneğimiz, sorunlarımız, fay hatlarımız ve siyasi kültürümüzden bağımsız bir konu değildir. En ideal başkanlık sistemi olarak addedilen ABD başkanlık sistemi bile zaten kendisiyle yarışan bir ikincisi olmadan en iyisidir. ABD’den başka bir yerde kurulamayacağı, Amerikan toplumunun siyasal kültürü ve geleneğiyle, onyıllar içinde oturmuş kurumları arasında oluşmuş dengelerle yakından ilgilidir.
Hiç şüphesiz dünyadaki tecrübelerle bizim geçmiş yüz elli yıllık parlamento geleneğimiz ve yaşanmışlıklardan kaynaklı birikimlerin öğrettiği gerçeklerin harmanlanması meselesi yabana atılır bir konu değildir ve şeklen dahi önemlidir. Her formel görülen hususun da arka planında ortak aklın, şeffaflığın, denge-fren mekanizmalarının, kuvvetler ayrılığı ve gücün paylaşımının, denetimin, aksayan ve boşluk oluşturan mekanizmaların ıslahı için daha iyileriyle değiştirilmesinin anlamı büyük ve değerlidir. Lakin, bahsettiğimiz zihniyetsel dönüşümün gerçekleştirilebilmesi için bunlardan fazlasına ihtiyaç vardır. Sadece yukarıdan anayasa ve parlamento eliyle gerçekleşebilecek olumlu adımlar sadra şifa olma noktasında yeterli gelmeyecektir ki bunu bu konuların teknik uzmanları da gayet iyi bilmektedirler. (Bu konuya kısmen bir girizgah yaptığımız makalemize göz atılabilir https://www.perspektif.online/nasil-bir-sistem/ )
Peki nasıl olacak? Deneme yanılma yöntemiyle, mecliste birlikte hareket ede ede, arada kavga dövüş, “medenileşme” evremizin bir yerinde bizler de bu çıtayı yakalayacağımızı mı düşleyeceğiz? Yoksa şuuraltımızdaki gizli toplum mühendisliğimiz “laiklik” ile “dindar-muhafazakarlık” arasındaki salınımın gitgide biri lehine değişeceğine dair fal açmakla mı geçecek? Oylarımız ve irademizle seçeceğimiz “rövanşistlerimiz” “benden sonra tufan” diyeceklerine göre, toz fırtınalarından gözümüzü açamayacağımız çöl iklimlerine mahkum mu yaşayacağız birkaç on yıl daha?
Birinin bu döngüye son vermesi gerekiyordu! AK Parti ve dindar-muhafazakar kesimin eline bu meyanda büyük bir fırsat geçmişti. Tepti! Ama hala geç kalınmış değil.
Nasıl mı?
Bu da ayrı bir yazının konusu olsun.
Ama son bir dipnot düşmeden de konuyu nihayete erdirmeyelim:
KararTV’de katıldığı programda Ergun Özbudun da, rövanşizmin olmaması için zihniyet dönüşümüne ihtiyacımız olduğundan bahsederken bunun nasıllığı ve ‘ne’liği üzerine tartışma derinleşemedi. Bu meseleyi derinleştirme ihtiyacımız izahtan varestedir. Lakin hem yeni anayasa ve zihniyet dönüşümü ihtiyacından bahsedip hem de resmi ideoloji ve kişi kültünün bu anayasada yer almamasının önemi üzerinde durmamak (yani bir nevi bu konuyu zımnen bir olgunlaşma dönemine ertelemiş olmak), hem bugüne dek dindar-muhafazakar kesimin karşısında kodlanan (ya da o kesimin kendisini karşısında konumlandırdığı) CHP’nin tarihsel zihniyet kodlarının mutlaka kendisine ve kitlesine sorgulatılmasının gereğini toplumsal barış ve normalleşme adına olmazsa olmaz olarak irdelememek, hem de dindar-muhafazakar kesimlerin evrensel kodlarla olan mesafesinin ıslahı yönünde bir tartışma geliştirmeden zihniyet dönüşümü meselesini nakısasız, dört başı mamur derinleştirmek mümkün görünmemektedir.
Yorumlar
Yorum Gönder