Ana içeriğe atla

Erdoğan, Erdoğan’a karşı daha cesur olmalı. Yoksa… 25.11.2020




Bugünlerde hepimiz gelgitler yaşamakla meşgulüz. Kimimiz meseleyi daha en başından “çözmüştü” ve “ben demiştim” yazıları yazmayı garantilemişti! Biz ise görünür ve birikerek gelmiş olana bakmakla birlikte, buradan çıkacak olan umutlara da odaklanmak gerektiğini, bu umutlarla ilgili destekleyici, katkı sağlayıcı bir konumlanmanın kaçınılmazlığını AK Parti’nin içinden çıkmış olan muhalefet partilerinin de görmesi gerektiğinin altını çizmiştik. (Bkz. “Beş Yılımız Heba Oldu” https://ankaraekspresi.com/makale-bes-yilimiz-heba-oldu-763; “İktidarın Son Hamlesi ve Muhalefet” https://www.perspektif.online/iktidarin-son-hamlesi-ve-muhalefet/)

 

Yazılarımızda bizi bugünlere taşıyan sebeplere ilişkin genel çerçeveyi ortaya koymakla birlikte, “yeni dönem”e yönelik sorularımızı da ortaya koymuştuk.

 

En başta, Erdoğan’ın “seferberlik” ya da “reform” olarak da zikrettiği sürecin sınırları, dolayısıyla sahiciliğinin çerçevesinin mahiyeti ve daha da önemlisi hakiki bir reform için gerektiğinde Erdoğan’ın ortaklık kurduğu güçlerle ayrışmayı göze alıp alamayacağı gelmekteydi.

 

İçinde aile ve devlet merkezli ‘güvensizlik ve beka’ endişelerinin ortaklığını içeren bir “tercih”in yer aldığından bahisle, yeni ortakların sadece yeni sisteme ilişkin 50+1’in gerektirdiği aritmatik kaygılarla değil “stratejik” bir birlikteliği oluşturduğundan bahisle, Erdoğan’ın bu konforu bozmak isteyip istemeyeceğini de ayrı bir soru olarak sormuştuk. Zira bu zeminin kendisi, aynı zamanda onun yıllarca toparlamaya çalıştığı gücün tek elde toplanmasına da tekabül etmekteydi. “Güç, tek başına ona mı aitti, yoksa siyaseti bastırarak oluşturulan gücün bir vesayet alanı oluşturmasının getirdiği avantajlardan diğer paydaşlarla birlikte istifade mi edilmekteydi?” sorusu ayrı bir tartışmada ele alınabilir elbette ama bizi burada ilgilendiren boyut, bunun ‘reform’ diye adlandırılan yeni dönemin ihtiyaçlarının önüne dikilip dikilmeyeceği, içinde MHP’nin, ulusalcıların, Avrasyacıların olduğu vesayet yapısıyla beraber reform sürecinin sürdürülüp sürdürülemeyeceği” sorusu gelmekteydi. Yazılarımızda, onların yakın zamandaki tepkilerinin bize bunun ipuçlarını vereceğini belirtmiştik.

 

Şunu da vurgulamıştık ki bu mesele de aslında konunun bam telini oluşturmaya devam etmektedir: Erdoğan’ın -daha sonradan ayrıştığı kadroların performansı sayesinde- duygudaşlık kurduğu kitlelerde devam eden “Çözerse Erdoğan çözer psikolojisi”. Bu aynı zamanda Erdoğan’ın bu ülkede halen “reform” adına -tabandan da fazlasını içeren- geniş kitlelerde bir kredisi olduğunu da bize göstermektedir.

 

Paradoksal Ama Gayet Rasyonel ve Gerçek

 

Paradoks şu ki, işte tam da bu noktada Erdoğan’ın ‘eski dostların’ desteğine ihtiyacı var:

 

1- Erdoğan’ın gerçek bir reformu istediğini varsayarak ilk soru şudur: Gerçek bir reformun aynı zamanda planlaması yapılmış, kadroların göstermelik değil radikal değişimini içeren, kurumların özerkliği ve tam yetkilendirilmesiyle ilgili müphemliklerin ortadan kalktığı ve gücün paylaşımı anlamına gelmesinin Erdoğan tarafından tercih (ve buna cesaret) edilip edilmeyeceği?

 

2- Erdoğan’ın buna gücü var mı? (Bu sorunun stratejik ortakları kapsadığı açıktır)

 

Yani “niyet var mı? Niyetin altı dolu mu? Yapacak güç var mı?” şeklinde de özetleyebiliriz durumu.

 

Elbette refrom için -içinde radikal bir değişime tabi tutulmuş yeni kadroların ve kurumların özgürleşmesinin de dahil olduğu- sistemsel ve -sınırlarının mahiyetini içeren- zihniyetsel dönüşüm altyapıyı oluşturmaktadır. Ama çıtayı oraya yükseltmeden adım adım gitmekte ve mevcut sistemin içerisinde de halkın Erdoğan’a verdiği krediyi de gözeterek ilerlemekte fayda var.

 

Erdoğan’a Olan Bitenin ve Olması Gerekenin Resmini Çizmek Gerek

 

Erdoğan’ın “reform” sözcüğünü kullandığında ekonomik, siyasi, sosyal sorunların altında ezilmiş ülke insanı açısından bunun “aş” ve “özgürlükler” üst başlıklı çok maddeli manalara geldiğini kavraması gerekirdi! Nitekim sadece halkta değil, ümitlenme konusunda bolca şüphesi olan kesimlerde bile “acaba”lar eşliğinde yarattığı heyecana bakmak bile bu dediğimizi doğrulamaktadır. Sadece birkaç kelam bile piyasaların bu umudu nasıl satın aldığını da kur üzerinden ispatlamış oldu. Hatta Erdoğan, her ne kadar olabildiğince sert ve radikal bir tutumla (‘fitne ateşi’ nitelemesiyle) Arınç’ın açıklamalarına karşı çıksa da, o açıklamaların kamuoyunda yarattığı heyecanın ve danışıklı döğüş olduğuna dair niyazların da getirilerini doğru okumak zorundadır.

 

Bazıları Erdoğan’ın bu çıkışlarından mülhem “onun reform anlayışının sınırları olduğu, bunları aşamayacağını belli ettiği, umutların başka bahara kaldığı”ndan dem vursalar da aslında bu durum, Erdoğan’ın alacağı kararlarla ilgili, o kararların akibetini değiştirmeyecektir. Nitekim Erdoğan’ın şunu anlaması çok güç olmayacaktır:

 

Türkiye’de bundan sonra yapılması muhtemel reformlar, artık radikal olmak zorundadır. Orta vadede gördüğümüz üzere, dereyi geçerken at değiştirilebilen dönemler artık geride kalmıştır! Kişilerin nefsi, ekonominin acil ya da siyasetin sınırlı gerekliliklerine mahkum edilecek adımlarla sahici bir reform gerçekleştirilemez. Ya evrensel normlar-ilkeler ışığında ve ona uygun bir kurumsallaşma ile olacaktır ya da eski Türkiye ezberlerine dayalı, siyaseti baskılamaya devam eden (ve bu durumda sonraki gelişmelerde de görüldüğü üzere Erdoğan’ın da kendisini baskılayacak olan) vesayet yapılarıyla beyninde tümör, ayağında kangren halde, sadece ülke içi değil, bölgesel-küresel odakları da aldatmaya yetmeyecek bir mekanizmayla, mezkur odaklara demans hastası muamelesi yaparak ilerlemek mümkün olmayacaktır.

 

Nitekim piyasaların ve halkın olumlu tepkiler verdiği ilk açıklamalardan daha birkaç gün geçmesine rağmen Naci Ağbal ve Lütfi Elvan isimlerinin adeta flulaşması Erdoğan’a bu gerçeği göstermiş olmalıdır! 

 

10-11 Aralıktaki AB ile görüşmelere odaklı bir aklın kendisine fayda getirmeyeceğini, o daha bu “akıl”ın adımlarını atmazdan evvel, kendisini içeride takip eden ortak vicdanın ve karşısındaki bölgesel ve küresel “üst akıl”ın ondan önce davrandığı, bu çerçeveyi yeterli görmediği, başta “eski Türkiyeliler” olmak üzere herkesi idare ettiğini zannettiği kurgunun birkaç günlük bile bir ömrünün olamayacağını farketmesi gerekiyor!

 

Geminin karaya vurduğu, kumbarada beş kuruşun kalmadığı, cezaevlerinden ve Kürt bölgelerinden feryatların yükseldiği bir vasat oksijen çadırında nefes almaya çalışırken, gerek iç piyasaların verdiği hızlı ters tepkiler, gerek Akdeniz’deki gelişmeler, gerekse ABD ve AB’den gelecek muhtemel yaptırımların göğüslenmesi konusundaki imkansızlıklar, -beka sinyalleri veren- sistemin temelden sorgulanmasında ne kadar geç kalındığını bize göstermektedir!

 

“Yeni Stratejik Ortaklar”a Olan İvedi İhtiyaç!

 

Özcesi Erdoğan öncelikle “yeni güvenlik ortamı”nın “yeni stratejik ortakları”nın kimler olacağına sağlam karar vermelidir! “Eskiler”in doku uyuşmazlığının ülkeye iyiden iyiye kan kaybettirdiği, nefessiz bıraktığı artık görülmelidir. Bu meyanda Demokrat Parti’nin ilk yılları, Özal dönemi ve 2002’lerin radikal atmosferleri kendisine yol gösterici olabileceğini yeniden hatırlamalıdır. Bunları hatırlatacak olanlarla yollarını kesin biçimde birleştirmelidir.

 

Gücün zaten tek başına kendi elinde olmadığı, yıllardır malum odaklarla paylaştığının farkında olarak, o gücü, sorunların aşılmasında sistemin ıslahına katkı sağlayacak yeni ortaklar, yeni kadrolar ve kurumlara dağıtarak ülke adına gerçek bir güç performansı yakalanacağını görebilmelidir.

 

Keşke dışarıdan hiçbir odağa ve ölçüye bağlı olmayacak tarzda kendi iç dinamiklerimizle bir atılım gerçekleştirebilseydik. Bunu beş yıl önce becerebilirdik. Aslında hala, buna uygun insan potansiyelimiz de mevcut, kurumsal tecrübelerimiz de. Yeter ki Erdoğan “yapabilme gücü”nü, “paylaşabilme tercihi”ni ortaya koysun. Bu olduğunda, “Avrupa ve küresel güçler ile yarım yamalak barış mesajları” vermesine de, “sıcak parayı akıtacak kadar insan hakları imaları”nda bulunup toplumda eksiklik, samimiyetsizlik hissi uyandırıp halkı irite etmesine de gerek kalmayacaktır.

 

Bu ülke insanı sahiciliği sever. Sahiciliği hemen satın alır. Sahicilik beklenmedik sinerjiler yaratır. Yeter ki istensin.

 

Önemsiz bir dipnot: Dikkat edilirse Devlet Bahçeli’den, vizyonsuzluğundan, sürece mayın döşemeye çalışan pervasız, çaresiz ve çözümsüz açıklamalarından hiç bahsetmedik. Çünkü bu tablo doğru okunursa, o ve onun gibiler tarihin arşivinde kötü bir hatıra, nahoş bir seda olarak yerini alacak ama ülke ve nesillerin geleceği kurtulacaktır! Zira Erdoğan daha dikkatli bakarsa bu defa gerçek bir beka tehdidiyle -hepbirlikte- karşı karşıya olduğumuz sarih biçimde görülecektir!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

MEHMET ŞİMŞEK İLE HASBİHAL

  Sayın Şimşek sözlerimiz size, tekil olarak şahsınıza. Geleceğinizi duyduğumuzda tüm ümit kırıklıklarımıza, tüm birikmiş öfkelerimize rağmen nasıl da umutlanmıştık. İşinin ehli, rasyonel politikalara yol verecek, gelirken kimbilir ne pazarlıklar etmiş, birilerine rağmen göğsünü entrikalara siper etmiş, mevcut sistemin tüm olumsuzluklarının sürdüğünü bildiğimiz halde, doğru bildiklerinden asla taviz vermeyecek idolümüz olmaya adaydınız! Yalnızca biraz zamana ihtiyacınız vardı ki ondan da bizde bolca vardı. Son yedi yılı yara berelerle atlatmış gaziler olarak, ümitlerimizin kırıntılarını tane tane toplayıp soframıza koyacağınızı dört gözle beklemekteydik! Bizi seraptan uyandıran şey Meclis konuşmanız oldu. Tüm “acabalar”a rağmen artırmaya çalıştığımız umutların bir kez daha törpülenmesine sebebiyet verdi. Onca yaşadığımız kabustan sonra zihinlerde “Rasyonel politikalar gütmeye çalışan bir teknokrat” olarak kalmanız iyi olurdu. Selefleriniz kötü yönetime beceriksiz siyasetlerini ...

Hoca derslere devam ediyor (2) 05.06.2020

“Bugün, Türkiye’de bir ekonomik kriz yaşadığımız için siyasal kriz yaşamıyoruz. Tam tersine,  bir siyasal kriz, hukuk krizi, adalet krizi ve en önemlisi yönetim krizi yaşadığımız için ekonomik kriz yaşıyoruz.”   Hocanın 1 Haziran konuşmasındaki bu sözleri hukukun keyfileşmesi, adaletin erimesi, özgürlüklerin baskı altına alınmasının ülkelerin ekonomik ve sosyal krizlere kapılmasındaki sebep-sonuç ilişkileri yasasını özetliyor. Sebepler zincirinin sonucu olan siyasal krizler ekonomik yönetimindeki çelişkileri de, krizleri de tetikleyip derinleştiriyor.   Bu meyanda virüs salgınıyla literatüre girip kullanılan “normalleşme” olgusunun, sadece berberlerin, AVM’lerin açılmasına atfen değil, memleketin diğer sorunlarıyla bağlantılı sadra şifa yönelimler için vesile kılınması niyazıyla ilkesel boyutta irdeliyor hoca:   “Bu nedenle, normalleşme kavramını ülkenin nefes borularının açılması, dinamizminin önündeki engellerinin kaldırılması ve gençlerimizin yaratıcılığını körelt...

'Koronavirüs ve Göçmenler' raporu 05.04.2020

Korona günlerinin mağdur kesimlerinden biri de hiç şüphesiz ki göçmenler. Hele ki evlerinde ol(a)mayan, sınırlarda, göç merkezlerinde, kamplarda bulunanlar açısından olduğu kadar, evlerinde oldukları halde çalışma imkanları olmayan, hastaları bulunan, geçim imkanı bulunmayıp muhtaç halde olanların durumu daha da zor. Dile kolay, dört milyon civarı insandan söz ediyoruz ve bunların önemli bir kısmı toplumun dezavantajlılar katmanında.   Bugünlerde özellikle irili ufaklı sivil yardım kuruluşlarının -kendi canlarını da riske ederek- ortaya koydukları çabalar gerçekten takdir edilesi. Ancak bazen onların da yetersiz kaldıkları çok fazla örnekle muhatabız. Geçenlerde partimiz kurucularından Fatma Aydın Ataş hanımefendinin haber alıp yanlarına koştuğu down sendromlu çocuklarının da olduğu bir ailenin durumu içler acısıydı. Öylesine ki, yanan evlerinden kalan hiçbir eşyaları da olmadığı halde, Suriyeli komşularının verdikleri ödünç eşyalarla durumlarını idame etmekteydiler. Sağolsun Fatma...